Nika

113
nika

Nika

Viktor Pelevin

“Nika”, Mavi Fener, çev.: Savaş Kılıç
(İstanbul: Verita Kitap, 2014), 101-119.
viktor-pelevin
Viktor Pelevin

 

VERDİĞİ son nefes dünyaya –bu bulutlu gökyüzüne, bu soğuk bahar rüzgârına– karışıp yok olmuştu ve kucağımda Bunin’in kitabı ağır bir tuğla gibi duruyordu. Şans eseri duvarda asılı kalmış olan fotoğrafına bakmak için ara sıra gözlerimi sayfadan kaldırmaktan başka bir şey gelmiyordu elimden.

Benden çok daha gençti. Bizi kaderin cilvesi bir araya getirmişti, bana bağlılığının olumlu niteliklerime bir tür karşılık olduğunu hiç düşünmedim. Daha doğrusu, fizyolojiden bir terim ödünç alacak olursam, ben onun için, bazı yansıma tepkileri üreten “tahriş edici” bir maddeydim, benim yerimi Duma’nın ahlaksız bir üyesi veya bir tür araştırmacı doktor alsaydı bile, bu tepkiler aynı kalırdı; eski yurdundan çok uzakta, garip bir yanlış anlama sonucu doğduğu bu kıraç kuzey ülkesinde var olmasının yükünü hafifletecek ve esmer güneyli güzelliğini takdir edecek biri olması yeterdi. Başını göğsüme gömdüğünde, parmaklarımı usulca boynundan aşağı kaydırır ve bir başka elin –solgun, ince parmaklı, küçük bir kafatasıyla süslü bir yüksük taşıyan bir elin, ya da mavi çapalar ve tarihler kazınmış kaba, kıllı bir elin– o zarif kıvrım üstünde, boynundan aşağı usulca kaydığını hayal ederdim ve değişikliğin kalbini hiç etkilemeyeceğini düşünürdüm. Ona hiçbir zaman tam adıyla hitap etmedim. Benim için “Veronica”[1] bir botanik terimiydi; çok gerilerde kalan çocukluğumu, içimi ısıtan kokularıyla beyaz çiçeklerin açtığı bir çiçek tarhına ilişkin anıları çağrıştırırdı. İsminin sadece son iki hecesini kullanırdım ki, bu onun için en ufak bir rahatsızlık doğurmazdı. Sözcüğün musikisine karşı hiç duyarlı değildi ve neredeyse adaşı olan, başsız, kanatlı zafer tanrıçasını da hiç duymamıştı.[2]

Arkadaşlarım ondan hiç mi hiç hoşlanmadılar. Onu aralarına alma gibi bir yüce gönüllülük gösterdiklerini görmezden geldiğimi söyleyeceklerdir herhalde, ama Nika’nın onlarla birlikteliği birkaç dakikayı aşmamıştı. Gerçi Nika’dan başka türlüsünü beklemek, kaldırımda yürüyen bir yayanın çimentoyu döşemiş işçilere minnet beslemesini beklemek kadar aptalca olurdu. Çevresini saran insanlar, anlaşılmaz bir nedenle ortaya çıkan ve sonra bir o kadar anlaşılmaz nedenlerle gözden kaybolan, konuşan duvarlardan ibaretti. Nika başkalarının duygularıyla hiç ilgilenmese de, içgüdüleri sayesinde, insanların onun hakkında neler düşündüğünü bilirdi ve ziyaretçim olduğunda, çoğunlukla kalkıp mutfağa giderdi. Arkadaşlarım ona karşı açıktan açığa kabalık etmezlerdi, ama ortalarda görünmediğinde küçümsemelerini gizlemezlerdi. Hiçbiri, kuşkusuz, onu kendisiyle eşit görmezdi.

“Sorun ne?” diye sormuştu biri alaycı bir tebessümle. “Senin Nika varlığıma bile tahammül edemiyor, öyle mi?” Aslında aklından bile geçmezdi böyle bir şey. Arkadaşım tuhaf mı tuhaf bir bönlükle, Nika’nın kalbinin en gizli yerlerinde ona hayranlık duyduğunu, onu yücelttiğini sanıyordu.

“Onları nasıl eğiteceğine dair en ufak bir fikrin yok,” demişti biri, sarhoşluğun verdiği bir samimiyetle. “Ben olsam bir haftada muma çevirirdim.”

Neden söz ettiğinin farkında olduğunu biliyordum, çünkü karısı üç yıldan uzun bir zamandır onu eğitiyordu –ama benim en son isteyeceğim şey birinin eğitmeni olmaktı.

Nika rahatına düşkündü. Patolojik bir tutarlılık sergiler, hep benim oturmak istediğim koltukta otururdu. Ancak, kendisine ait neredeyse hiçbir şeyi olmadığından olsa gerek, nesneler onun için ancak kullandığı sürece var olur, sonra gözden kaybolurdu. Bazen onun, eski tarz komünistlerin nasıl bir şey elde edecekleri konusunda en ufak bir fikir sahibi olmadan yetiştirmeye çalıştıkları tip olduğunu düşünürdüm. Etrafındaki insanların duygularına hiç önem vermezdi, kötü huyluluğundan değil, çoğu zaman bu duyguların varlığından bile habersiz olduğu için yapardı bunu. Dolabın üstünde duran eski bir Kuznetsoz porselen şekerliği kazayla kırmıştı, bir saat sonra, ani bir öfkeyle, bunun için onu tokatladım ve Nika ona neden vurduğumu anlamadı bile. Ok gibi fırlayıp odayı terk etti ve özür dilemek için peşinden gittiğimde, yüzünü duvara çevirip bana arkasını döndü. Nika için şekerlik, kâğıtla doldurulmuş ucu kesik bir koniden başka bir şey değildi. Bana göreyse, hayatım boyunca topladığım varoluş kanıtlarımın bir tür deposuydu: Hiç çevirmediğim bir telefon numarasının bulunduğu, uzun zaman önce yok edilmiş bir adres defterinden kalma bir sayfa, “Hayal” filminin koçan kısmı hâlâ sağlam duran bir bileti, küçük bir fotoğraf, hiç kullanılmamış birkaç reçete… Nika’ya vurduğum için utanç duyuyordum, ama özür dilemek aptalca olurdu. Ne yapacağımı bilmiyordum, bu nedenle onunla karmaşık, ağdalı bir üslupla konuştum:

“Kızma, Nika. Öteberinin insan üzerinde tuhaf bir gücü olabiliyor. Eski bir gözlüğü fırlatıp atmak, onunla görülen bütün bir dünyanın sonsuza dek kaybolduğunu ya da tam tersi, hiç var olmadığını (ki aslında aynı şeydir), o dünyanın çok yakınlardaki yokluk diyarında bir yerlerde bulunduğunu itiraf etmektir… Nika, beni bir anlayabilsen… Geçmişin parçaları, artık var olmayan şeyleri kalbimize bağlayan bir çapa gibidir, günü geldiğinde, genellikle kalp denilen şeyin de gerçekte var olmadığını gösterir, çünkü –” Başımı eğip ona baktığımda esnediğini gördüm. Aklından neler geçtiğini ancak Tanrı bilir, ama benim sözlerim o küçük güzel kafasına girmiyordu, orası kesin. Üzerinde oturduğu kanepeyle de konuşabilirdim pekâlâ.

O akşam Nika’ya karşı daha bir kibardım ve onun için, hâlâ bedeninde dolaşabilen ellerimle, ormanda gezerken bedenini okşayan dallar arasında hiçbir fark olmadığı düşüncesinden kurtulamıyordum. O sıralar hâlâ birlikte yürüyüşe çıkıyorduk.

Her gün birlikteydik, ama hiçbir zaman gerçekten yakın olamadığımızın farkına varacak kadar kendimdeydim. Kıvrak bedenini benimkine bastırdığı sırada, bambaşka yerlerde olabileceğim, onun varlığını bütünüyle unutabileceğim aklından bile geçmezdi. Son tahlilde Nika sığdı, çabaları boşa çıkarıyordu ve ihtiyaçları bütünüyle fizyolojikti: Tok bir karın, iyi bir uyku ve sağlam bir sindirim sağlayacak kadar fiziksel sevgi. Televizyonun önünde, ekrana pek az göz atarak, ara sıra bir şeyler atıştırarak (yağlı besinleri yeğlerdi) saatlerce pineklerdi; uykuya düşkündü. Sanırım bir kere bile elinde kitap görmedim. Ama gençliği ve doğal zarafeti, kişiliğinin her öğesine, tüm tavırlarına aldatıcı bir manevi içerik katıyordu. O hayvani tarzında (bir bakıma gerçekten böyleydi) yüce bir uyumun parıltısı, sanatın ümitsizce elde etmeye çalıştığı o ele avuca sığmaz güzelliğin ışığı yansıyordu. Basit hayatının gerçekten güzel ve anlamlı olduğunu, kendi hayatımınsa başkalarının icat ettiği saçmalıklardan başka bir şeye dayanmadığını düşünmeye başlamıştım. Benim için ne düşündüğünü keşfetmeyi düşlerdim, ondan cevap almaya çalışmak anlamsızdı, gizlice okuyabileceğim bir günlük de tutmazdı.

Bir gün aniden, onun dünyasıyla gerçekten ilgilendiğimi fark ettim. Uzun süre pencerenin önünde oturup aşağılara bakma alışkanlığı vardı. Bir keresinde arkasında durdum, elimi ensesine koydum (hafifçe ürperdi, ama çekilmedi) ve neye baktığını, gördüğünden ne anlam çıkardığını tahmin etmeye çalıştım.

Önümüzde uzanan manzara tipik bir Moskova bahçesiydi: Bir-iki çocuğun eşelendiği bir kum havuzu, kütükten bir küçük oyunevi, birilerinin halı dövdüğü yatay bir demir çubuk, çöp konteynerleri, kargalar, bir lamba direği, birbirine kaynaklanmış borulardan oluşan kırmızı bir metal çadır iskeleti. Bir keresinde çocukluğumun yavan kış günlerinden birinde, Doğu Almanya’dan gelen, mamut avcılarının çoktan yeryüzünden silinmiş olan kültürüne adanmış dev bir kitabın ağırlığı ruhumu ezmişti, bundan olacak herhalde, kırmızı metal iskelet beni hepsinden çok sarsmıştı. Onlarınki Sibirya’nın bir yerinde, birkaç bin yıl hiç değişmeden yaşayabilmiş hayli köklü bir uygarlıktı. İnsanlar modern kırmızı oyun parkı yapılarının geometrisini üreten, fakat kaynak yapılmış demir borular yerine, birbirine bağlanmış  mamut dişlerinden yapılma bir çerçeveye mamut derisi gerilmesiyle elde edilen yarım küre biçimindeki küçük evlerde yaşıyordu. O koca kitapta bu avcıların (ki ayda bir, dibinde sivri uçlu kazıkların bulunduğu bir çukurda iri, aptal bir hayvanı tuzağa düşüren, yıkanmak nedir bilmeyen toplayıcılar için romantik ve büsbütün anlamsız bir terimdir bu avcı terimi) hayatları çok ayrıntılı bir biçimde betimlenmişti; gündelik faaliyetleri, yaşam alanları ve yüzleri hakkında öğrendiklerim beni şaşkına çevirmişti. İşte o zaman hayatımın ilk mantıksal çıkarımını yaptım: Kitabı resimleyen Alman ressam mutlaka bir Sovyet mahkûmu olmalıydı. Hemen her bahçede duran bu kırmızı yarım küreler o gün bugündür bana türediğimiz kültürün bir yankısı gibi gelir. Bir diğer yankı da binyılların derinliklerinden çıkıp geleceğe, sayıları milyonlarla ifade edilebilecek  Rus tezgâhlarına gelen küçük porselen mamutlar da, bu modern mamut sürülerinde duyulurdu. Başka atalarımız da var diye düşünürdüm. Örneğin, binlerce yıl önce bozkırlarda tarım ve hayvancılıkla uğraşan Tripolye halkı boş zamanlarında ufak taşlardan, her evin putlara ayrılan köşesine konan  şişmankoca kalçalı çıplak kadın heykelleri yapmışlardı) şimdi bilindikleri şekliyle, bu “Venüslerden” günümüze çok sayıda ulaşmıştır). Toplu çiftliklerinde ahşap evlerin, geniş bir ana caddesi olan  şaşmazbir plana göre yerleştirildiğini ve bir köydeki tüm evlerin mutlak bir özdeşlik içinde olduğunu da biliyoruz. Nika’yla benim bakmakta olduğum oyun parkındaki ufak kütük ev, bu kültürün bir kalıntısıydı. Lastik çizmeli küçük bir kız, bir saatten fazla bir süredir orada oturuyordu. Kendisi görünmüyordu, tek görünen ileri geri sallanan açık mavi çizmeleriydi.

“Tanrım,” diye düşündüm, Nika’yı yaklaştırarak, “kum çukuru, çöp konteynerleri ve lamba direği hakkında söyleyecek ne kadar çok şeyim var!”

Ama bunların hepsi yine de benim dünyamdı, artık iyiden iyiye bıktığım ve bir türlü içinden çıkamadığım kendi dünyam. Düşüncelerim, kafamda kurduklarım, gözlerimin retinalarına yansıyan şeylerin üzerine toplanıyordu, tıpkı sinekler gibi. Nika bir çöp konteynerinin üzerinde kükreyen alevi 1773’teki Moskova Yangınıyla veya manavın yanındaki karganın geğirtili gaklamasını “Dönek Julian”da kaydedilen eski Roma alametiyle ilişkilendirme gibi küçük düşürücü bir zorunluluktan bütünüyle azadeydi. Peki ama, bu durumda, onun ruhunu meydana getiren şey neydi?

Nika tam anlamıyla benim kontrolümde olduğu halde, giremediğim iç dünyasına duyduğum kısa süreli ilgi, hiç kuşkusuz bir değişme, kendi kazdıkları çukura düşen düşüncelerimin bitip tükenmek bilmeyen yaygarasından kurtulma arzumdan kaynaklanıyordu. Uzun bir süre gerçek anlamda yeni hiçbir şey olmadı bana, Nika’ya yakın olmakla yeni, benim için alışılmadık bir algılayış ve yaşayış biçimi keşfedeceğimi ümit ediyordum. Pencereden dışarı baktığında orada ne varsa onu gördüğünü, zihninin geçmişe ve geleceğe yolculuk etmeye hiç mi hiç yatkın olmadığını, “şimdiden” pek memnun olduğunu kendime itiraf ettiğimde, aslında gerçek Nika’yla değil, bir dizi öznel düşünceyle ilgilendiğimi fark ettim. Gördüğüm ve bundan sonra da daima göreceğim şey, sadece onun şeklini almış olan kendi kavrayışımdı. Benden ancak bir adım ötede oturan Nika, Kremlin’in Spasskaya Kulesi’nin külahı kadar erişilmezdi. Bir kez daha omuzlarımda yalnızlığın ağırlıksız ama dayanılmaz yükünü hissettim.

“Biliyorsun, Nika,” dedim, ondan uzaklaşırken, “oraya neden baktığın veya neye baktığın umurumda bile değil.”

Dönüp bana baktı ve ardından tekrar pencereye döndü. Benim çocukça patlamalarıma alışıktı ve dahası, hiç itiraf etmemiş olsa bile, söylediğim şeyleri pek umursamazdı.

Hızla bir uçtan diğerine kaymıştım. Yeşilimsi gözlerindeki gizin, salt optik bir olgu olduğuna inandıktan sonra, onun hakkında bilinecek ne kadar şey varsa hepsini bildiğime karar verdim; ona bağlılığım hafif bir horgörüyle gevşemişti, fark etmeyeceği inancıyla, zaten pek sık hissetmediğim bu horgörüyü ondan saklamaya çalışıyordum. Ama kısa süre sonra, tekdüze hayatımızın inzivasını sıkıcı bulduğunu, gitgide rahatsızlık duymaya başladığını, hatta bıktığını hissettim.

Mevsimlerden bahardı ve hemen her zaman evdeydim, onun da benimle kalması gerekiyordu, bu arada dışarda çimler çoktan yeşermiş ve gökyüzüne yayılmış puslu bulutların ince, gri tabakasının ardında, ıslak güneş normal büyüklüğünün iki katına çıkmıştı. İlk ne zaman bensiz yürüyüşe çıktığını hatırlamıyorum, ama bana ne hissettirdiğini gayet iyi hatırlıyorum. Zihnimi kurcalayan o yersiz düşünceyi, benim de onunla birlikte gitmem gerektiği düşüncesini bastırarak, zerre kadar huzursuzluk duymaksızın, gitmesine izin verdim.

Onun arkadaşlığını yavan bulduğumdan değildi bu yaptığım, sadece, o beni baştan beri nasıl değerlendiriyorsa, ben de onu öyle değerlendirmeye başlamıştım, yani insanın bir sandalye veya kaktüsü ya da gökteki yuvarlak bir bulutu değerlendirdiği gibi. Genellikle, dışarı çıkmasına izin vermemin ona olan ilgimin azaldığı anlamına gelmediğini ifade edebilmek için merdiven boşluğuna kadar ona eşlik eder, çıkarken belli belirsiz bir şeyler homurdanır, sonra yeniden daireme dönerdim. Asansörü hiç kullanmazdı, çabuk, sessiz adımlarla merdivenlerden inerdi. Fiziğiyle ilgili bir takıntısından, kendini beğenmişlikten ileri geldiğini sanmıyorum bunun –gerçekten o kadar genç ve enerji doluydu ki, onun için, merdivenlerden iki dakikada, uçarcasına, basamaklara neredeyse hiç dokunmadan inmek, aynı zamanı sidik ve “Depeche Mode” kokan, çiğ bir sarı ışıkla aydınlanan ve bir tabutu andıran o homurtulu kabini bekleyerek geçirmekten daha kolaydı. (Aslında, Nika bu gruba karşı, hatta genel olarak rock’a karşı da kayıtsızdı, ilgisini uyandırdığına tanık olduğum tek şarkı, Pink Floyd’un Animals’ından bir şarkıydı; derinlerden gelen bir sintisayzırın, esrar dumanının ağır bulutları arasından ön saflara doğru, havlayan elektronik köpeklerle dolu bir askeri kamyon gibi gürlediği bir şarkı.)

Onun nereye gittiğini merak ediyordum, gizlice peşinden gidecek kadar değilse bile, evden çıktıktan birkaç dakika sonra dürbünümle balkona tüneyecek kadar merak ediyordum. Yaptığım şey doğruymuş gibi davranmadım hiç. Bu yürüyüşler sırasında adımları onu, tüm ara sokakları içine alan caddeden, bankların yanından, hafif içecekler satan bir tezgâhın yanından ve manavın özel siparişler bölümüne çıkan sarmal merdivenlerden geçiriyordu. Sonra on altı katlı uzun, yeşil bir binanın arkasında, toz pislik dolu geniş bir arsanın ilerisindeki ağaçlığa yöneliyordu. Buradan sonra onu gözden kaybederdim. Tanrım, bir iki saniyeliğine onun yerine geçmeyi, artık farkına bile varamadığım şeyleri yeni gözlerle görmeyi nasıl da isterdim. Ancak bundan sonra kendim olmaktan vazgeçmek istediğimi fark ettim –yani, var olmaktan vazgeçmek istediğimi. İntihar itkisi ülkemizde yaygın olarak yeniye özlem şeklinde gösterir kendini.

İngilizlerin  şu sözünü düşünürdüm: “Herkesin dolapta bir iskeleti vardır.” Genel olarak her şeyi çok açık biçimde düşünen  İngilizlerin nihai gerçekliğe yaklaşmasını engelleyen birşey var. En feci olan da şu ki, dolabınızdaki iskelet, yalnızca sahip olduğunuz birşey değil, aslında bizzat kendi iskeletinizdir, “dolap” ise söz sanatlarından örtmeceye örnek teşkil eder ve bedeni simgeler; bir gün dolap kaybolduğunda, içinden bu iskelet çıkacaktır. Ben Nika dediğim dolabın bir iskelet içerdiğini hiç düşünmedim. Onun ölebileceğini hiç aklıma getirmedim. Onunla ilgili her   şeydünyanın anlamıyla çelişiyordu. Tıpkı sütün yoğunlaşıp pelteleşmesi gibi, o da yoğunlaşmış, koca bir hayatı ufacık bir zaman dilimine sıkıştırmıştı. Buz gibi bir kış akşamı, korkuluğa bir güvercin konunca, çırılçıplak, karla kaplı balkona çıktı. Kuşu korkutmaktan çekinircesine, çömelip öylece kalakaldı. Öyle bir dakika geçirdi, orada durup hayran hayran onun esmer sırtını seyrederken, soğuğu hissetmediğini veya soğuğu büsbütün unuttuğunu fark ettim ve şaştım kaldım.

Ölümünün üzerimde kalıcı bir etki bırakmamasının nedeni de budur. Ölümü duygularla ilgili bilinç alanına uymuyordu; duygusal bir olgu haline gelmedi. Belki de bu ölümünün benim kendi davranışlarımın sonucu olmasına karşı psikolojik bir tepkiydi. Kuşkusuz onu kendi ellerimle öldürmedim, fakat ona günler sonra çarpacak olsa da, kaderin görünmez tramvayını raylar üzerinde harekete geçiren bendim. Ölümüyle sonuçlanan olaylar zincirini başlatma suçu bana aitti. Çeşitli nedenlerle bazılarının “Vatansever” dediği, hayatında son gördüğü şey olan o iğrenç hayvan, salyalı ağzıyla, tüylü alnıyla, ölümün gerçeklik kazandığı özel bir formdan ibaretti. Bir suçlu aramak anlamsız. Her idam kendi celladını bulur ve her birimiz bir cinayet yığınının suç ortağıyız. Dünyadaki her şey birbiriyle ilişkilidir ve neden ile sonuç arasındaki bağları izlemek veya yeniden kurmak asla mümkün değildir. Metroda kindar bir yaşlı kadına yer vermekle Zanzibar’ın çocuklarını açlığa mahkûm edip etmediğimizi  kim bilebilir? Öngörü ve sorumluluk alanımız çok sınırlıdır ve son tahlilde, tüm nedenler dünyanın yaratılmasına kadar gider.

Bir mart günüydü, ama kış hâlâ çok zorlu geçiyordu. Pencerenin dışındaki sis, bir gemici kabanı kadar karaydı ve ben yandaki inşaat alanında yükselen, yük taşıyan vincin paslı zieg heil’ını zar zor fark edebiliyordum. Bir yük kıyametleri kopararak yere çarptı, gümbürtüsü nihayet dindiğinde, sisin içinden şamatacı sarhoşların sesleri ve küfürler yükseldi, ama titrek bir tenor sesi onları bastırdı. Bir başka metal yükü çekmeye başladılar ve yine kulakları tırmalayan bir ses duyuldu, ağza alınmaz küfürler yankılandı. Karanlık çöktüğünde işler biraz daha kolaydı. Kanepeye yayılan Nika’nın karşısında duran koltuğa oturdum ve Gaito Gazdanov’un bir kitabını karıştırdım. Yüksek sesle okumayı alışkanlık edinmiştim, dinlememesi beni hiç rahatsız etmezdi.

Kendime tanıdığım tek zevk belli yerlerde tonlamayı vurgulamaktı. “Ona ketum denemezdi, ama hayatının nasıl geçtiğini, nelerden hoşlanıp nelerden hoşlanmadığını, ilgisini nelerin çektiğini, karşılaştığı insanlarda nelere değer verdiğini keşfetmek için uzun bir tanışıklık veya duygusal yakınlık gerekirdi. Onunla birçok konuda konuştuğum halde, ağzından kendi tavırlarını tanımlayan hiçbir söz duymamıştım. Genelde sessiz kalıp dinlerdi. Birlikte geçirdiğim haftalar içinde, onun hakkında ilk günlere oranla pek az şey öğrenmiştim. Aslında benden bir şeyler saklaması için herhangi bir neden yoktu. Bu, bana garip gelen doğal suskunluğunun bir sonucuydu sadece. Ne sorarsam sorayım, cevap verme konusunda isteksiz olurdu ve bu beni hep şaşırtırdı…”

Beni şaşırtan bir başka şey de şuydu: Düşününce neredeyse her kitap ve her şiir Nika’ya ithaf edilmişti, adı ne olursa olsun ve hangi kılığa bürünürse bürünsün. Sanatçı ne kadar zeki ve güç anlaşılır olursa, gizemi o kadar çözülmez ve erişilmez olur. En ince ruhların en ince çabaları, bu sessizliği, bu yeşil gözlü anlaşılmazlığı daha bir bulandırmaya harcanmıştı, tüm çabalar görünmez veya aslında var olmayan –ve dolayısıyla aşılmaz– bir engelin önünde paramparça oluyordu. Son anda lirik kahramanının arkasına saklanmayı başaran göz kamaştırıcı Vladimir Nabokov’dan bile geriye kalan tek şey, bir çift üzgün göz ve ayak kadar bir phallus’tu (bu sonuncuyu, ünlü romanını anavatan Rusya’dan çok uzaklarda, ama onun ölçü sistemiyle yazmış olmasıyla açıklarım). Hayallere dalıp, “Sarhoşlar arasında her zaman tek başına, her zaman yalnız, yavaş yavaş ilerleyerek…” diye geveledim, çağlar boyunca hızlı yolculuğu içinde pek çok değişik kalbi esir alan bu sessizliğin gizemini düşünürken. “Yunan divanı tüy gibiydi ve duvar, silme resim kaplıydı…” Kitabımın üstünde uykuya daldım, uyandığımda Nika odada yoktu.

Geceleri kısa bir süre için dışarı çıktığını fark edeli çok olmuştu. Yatmadan önce yürüyüşe çıkmayı alışkanlık edindiğini ya da kapı önünde –ki orada müzik hiç eksik olmazdı, apartman sakinlerinden birinin teybinden geliyordu herhalde– ışığın çevresinde toplanan arkadaşlarıyla bir iki dakikalık bir sohbete ihtiyaç duyduğunu düşünürdüm. Galiba Maşa adında, zeki, kızıl saçlı bir arkadaşı vardı. Onları bir kaç kez birlikte gördüm. Bunların hiçbirine itirazım yoktu; hatta karanlık koridorda el yordamıyla aranırken beni uyandırmasın ve gece yürüyüşlerinin farkında olduğumu bilsin diye kapıyı açık bıraktım. Hissettiğim tek şey her zamanki kıskançlığımdı; dünya üzerinde kaçırdığım yeni bir şey daha olduğu düşüncesi. Ama asla onunla birlikte çıkmayı düşünmedim, o ortamda onunla olmamın ne kadar yersiz olacağını fark etmiştim, hem bu samimi ortamı ilginç bulmam da güçtü. Hal böyleyken, beni dışlayan bir arkadaş çevresi olduğu için hafiften kırıldım.

Kucağımda kitabım, uyanıp odada yalnız olduğumu görünce, aşağı inip girişin önündeki bankta bir sigara içmek istedim. Nika ve arkadaşlarıyla karşılaşacak olsam bile, aramızdaki bağı ele vermeyecektim, buna karar vermiştim. Asansörle inerken, beni görünce titreyeceğini, ama sonra kayıtsızlığımı fark edince, Maşa’ya dönüp (her nedense ikisinin bankta birlikte oturduğundan emindim) sadece onun gibilerin anlayabildiği sessiz sohbete devam edeceğini bile hayal ettim.

Dışarıda kimsecikler yoktu ve birden, onunla karşılaşacağımdan kuşkuya düştüm. Kahverengi, Mercedes marka bir spor araba bankın hemen yanına park etmişti. Arabayı civardaki sokaklarda ve binanın önünde ara sıra görüyordum. Kesin aynı arabaydı, çünkü plakasını akılda tutmak çok kolaydı; KRA veya KAM ya da onun gibi bir şey. İkinci kattan hafif bir müzik sesi geliyor, çalılar rüzgârda hafif hafif sallanıyordu ve yerdeki kar erimişti. “Önümüz bahar,” diye düşündüm. Ama hava hâlâ soğuktu.

Yeniden içeri girdiğimde, kapının yanındaki nöbet yerinde oturan, kurumuş bir güle benzeyen yaşlı kadın başını kaldırıp yüzünde sabırsız bir ifadeyle bana baktı. Dış kapının kilitlenmesi gerekiyordu. Asansörle çıkarken, bodrum kattan gelip geçen eski kapıcıları, eski Parti kuşağının son vardiyasında, solmuş halkın birliği ağacının yaşayan son dalını hâlâ dimdik tutan emeklileri düşündüm. Gözlerindeki hüzünlü, trajik bakışlardan, bu dalı öyle uzak bir geleceğe taşıyamayacakları, teslim edecekleri kimselerinin olmadığı anlaşılıyordu. Katta son bir kez gerindim ve sigaramı atmak için merdiven boşluğuna uzandım. Alt kattan tuhaf sesler duydum, korkuluğun üzerinden eğilince Nika’yı gördüm.

Ruh sağlığı daha nazik bir dengede olan bir kimse, Nika’nın, kendi dairesinden ancak birkaç basamak uzakta olan bu yeri özel bir zevk yaşamak için, yuva ve ocağa ihanetin tadına varmak için seçtiği sonucuna varabilirdi. Bu düşünce aklımdan bile geçmedi, bunun Nika için fazlasıyla karmaşık bir şey olduğunu biliyordum, ama gördüğüm şey bende içgüdüsel bir tiksinti uyandırdı. Bir yanıp bir sönen arızalı lambanın altında çırpınmayı andıran bir hareket içinde kaynaşmış o iki gövde, cana gelmiş bir dikiş makinesini andırıyor, insani olmaktan uzak o ses, makinenin yağlanmamış dişlilerinin gıcırtısına benziyordu. Bunu ne kadar seyrettim bilemiyorum, belki bir saniye, belki birkaç dakika. Birdenbire kendimi Nika’nın gözlerine bakarken buldum ve elim kendiliğinden, çöp kutusunun paslı kapağını kaldırdı, çok geçmeden kapak duvara çarpıp Nika’nın kafasında patladı.

Anlaşılan onları fena korkutmuştum. Hızla merdivenlerden aşağı indiler, yine de Nika’nın kiminle olduğunu görme fırsatım vardı. Bizim binada bir yerde yaşıyordu, asansör bozukken onu birkaç kez merdivenlerde görmüştüm. İfadesiz gözleri, kaba, renksiz bıyıkları ve önemli biri olduğunu vurgulayan tavırları vardı. Bir keresinde, o övüngen tavırlarından ödün vermeden çöp kutusunda eşelendiğini görmüştüm; yanından geçerken başını kaldırıp bana bakmıştı. Merdivenlerde birkaç basamak indim ve rakip olmadığımdan kuşkusu kalmadı, ancak ondan sonra araştırmasına geri döndü, arkamdan patates kabuklarının hışırtısının yeniden başladığını duymuştum. Nika’nın o türden, kelimenin tam anlamıyla hayvanlardan hoşlandığından; kendisi ay ışığında veya başka bir ışıkta neye benzerse benzesin, bunlara vurulduğundan uzun zamandır kuşkulanıyordum.

Aslında kimseye benzediği yoktu, diye düşündüm dairemin kapısını açarken. Eğer ben ona baktığımda kusursuz bir sanat eseri gibi görünüyorsa, bu Nika’dan değil, benden ileri geliyordu. Gördüğüm bütün güzellik benim kalbimdeydi, çünkü tüm varlığımı akort etmede kullandığım diyapazonu orada saklıyordum. Her zaman kendimi kendi imgemle karıştırarak, dışarıdaki bir şeyle uğraştığımı sandım, oysa çevremdeki dünya çeşitli eğrilik dereceleri bulunan aynalardan oluşan basit bir sistemden başka bir şey değildi. Tuhaf bir şekilde düzenlenmişiz, diye düşündüm, sadece görmek istediğimizi görüyoruz, ama onu en ince ayrıntısıyla (yüzler ve konumlar dâhil) gerçekte tanık olduğumuz şeyin yerine görüyoruz –tıpkı kapı komşusunun penceresindeki şişman sosyal demokratın dirseğini, ilham perisinin hareketsiz dizi sanan Humbert Humbert gibi.

Nika o gece eve gelmedi, sabah erkenden kapının tüm kilitlerini kilitleyip iki haftalığına şehirden ayrıldım. Geri geldiğimde, yarım daire şeklinde bir masanın etrafında, evlerinden getirdikleri sandalyelerinde oturan üç yaşlı kadına bakan pembe saçlı ihtiyar kapıcıyla karşılaştım, kadın yüksek sesle bana Nika’nın buraya geldiğini ama eve giremediğini, son birkaç gündür de hiç görünmediğini haber verdi. Yaşlı kadınlar bana meraklı gözlerle bakıyordu, ben de çabucak yürüyüp gittim. Böyle olduğu halde, asansöre binerken ahlaki konumuma ilişkin bir yoruma gafil avlandım. Huzursuz oldum, çünkü onu nerede aramam gerektiğini hiç bilmiyor, ama geri geleceğini biliyordum. Yapacak çok işim vardı ve akşama kadar Nika’yı bir daha düşünmedim, ama sonra telefon çaldı ve yaşlı kapıcı, hayatıma girmeye kesin karar vermiş olacak ki, bana adının Tatyana Griegorievna olduğunu ve biraz önce Nika’yı aşağıda gördüğünü söyledi.

Binanın önündeki kaldırımlar çiseleyen yağmur altında kararıyordu. Girişin önünde birkaç kız boyunları yüksekliğinde gerilmiş bir lastiğin üzerinden atlıyor ve bacaklarını ustalıkla onun üzerinden savurdukça, tempo tutup bağırıyorlardı. Rüzgâr yırtık bir plastik torbayı başımın üzerinden geçirdi.

Nika göz önünde bir yerlerdeydi. Ben binanın köşesini dön­düm ve evlerin arkasına gizlenen ağaçlığa doğru gittim. Nereye gittiğimden emin değildim, ama Nika’yla karşılaşacağımdan emindim. Boş araziden önceki son binaya ulaştığımda, yağmur neredeyse durmuştu. Nika o tuhaf plakalı kahverengi Mercedes’in önünde duruyordu. Bir tekerleği kaldırımda olacak biçimde, her an kalkmaya hazırmış gibi park edilmişti. Ön kapı açıktı ve ön camın arkasında hoş bir çizgili ceket giymiş, Stalin’in gençliğini andıran bir adam sigara içiyordu.

“Hey Nika!” dedim ve durdum.

Nika bana baktı, ama tanımışa benzemiyordu. Eğildim ve ellerimi dizilerime koydum. Onun gibilerin hakareti asla affetmediğini söyleyip durmuşlardı bana, ama ben, muhtemelen o güne kadar beni hep affetmiş olduğundan, bu sözleri ciddiye almamıştım. Mercedes’teki adam bana küçümseyerek baktı ve hafifçe kaşlarını çattı.

“Nika, beni affet, tamam mı?” diye fısıldadım, adamı dikkate almamaya çalışarak. Sonra da, ne kadar bayağı bir hareket olduğunu çok acı biçimde fark ederek, Nika’ya ellerimi uzattım. Bunun Nika veya ön camın arkasında şimdi altın dişlerini sergileyen Gürcü tarafından sezilmesinin çok zor olduğu düşüncesiyle biraz rahatladım. Düşüncelere dalar gibi başını öne eğdi ve birden belirsiz bir ayrıntı beni Nika’nın bana doğru geleceğine, bu çalıntı Mercedes’ten ve arabanın rengine uyan gözleriyle kafamda bir oyuk açan sürücüden uzaklaşarak bana doğru bir adım atacağına ve bir kaç dakika içinde onu kucağımda taşıyarak girişte duran kadının yanından geçeceğime inandırdı. Bir daha yalnız çıkmasına izin vermeyeceğime dair kendime söz veriyordum. Nika o adımı atacaktı bana doğru. Gökte süzülen yağmur damlalarının yere çarpacağı kadar kesindi bu, ama birden, fırlayıp yana doğru koşmaya başladı ve korkmuş bir çocuğun arkasından bağırdığını duydum.

“Dur! Sana ne diyorsam onu yap! Dur!”

Dönüp bakınca kocaman bir Alsas çoban köpeğinin çimlerin üzerinde sessizce bize doğru geldiğini gördüm. Sahibi, siperi kocaman bir kasket giymiş oğlan, elindeki tasmayı sallayıp bağırıyordu.

“Vatansever! Geri gel! Yanıma gel!”

O bitmek bilmeyen saniyeyi kusursuz hatırlıyorum: Çimlerin yüzeyinde hızla hareket eden o siyah gövde; birini kırbaçlayacakmış gibi tek kolu havaya kalkmış küçük karaltı; yoldan geçerken bize bakıp donakalan bir sürü insan. O an aklıma gelen düşünceyi hatırlıyorum: Amerikan kepli çocuklar bile burada yabancı bir argoyla konuşuyor. Arkamda acı bir fren sesi duydum ve bir kadın feryat etti. Gözlerim Nika’yı ararken, ben ne olduğunu biliyordum. Araba (arka penceresinde parlak çıkartmalar olan cafcaflı bir Alda’ydı galiba) yeniden hızlandı. Belli ki, hiçbir hatası olmadığı halde, sürücü korkmuştu. Koşmaya başladığımda, araba çoktan kavşağı dönmüştü. Göz ucuyla sahibine geri koşan köpeğe baktım. Birden, ıslak yoldaki kızıl, doğal olamayacak kadar parlak lekeye büyülenmiş gibi bakan bir sürü meraklı insan peyda oldu.

“Ne domuzmuş,” dediğini duydum arkamdan Gürcü aksanlı bir sesin. “Kaçıp gitti.”

“Böyle adamları vurmak lazım,” dedi bir başka ses, bir kadın sesi. “Her şeyi satın aldılar, her şeyi… Ne diye öyle bakıyorsun bana? Demek sen de onlardansın…”

Arkamdaki kalabalık büyümeye devam etti. Başka bir sürü ses konuşmaya katıldı, ama artık dinlemiyordum. Yeniden yağmur yağmaya başlamıştı ve su birikintilerinde kabarcıklar, düşüncelerimiz ve umutlarımız gibi, hayatlarımız gibi sürükleniyordu. Ağaçlıktan gelen rüzgâr, o ana kadar hiç var olmamış bir şey vaat eden tarif edilemez bir tazelikle yazın ilk kokularını getirdi. Hiç üzülmedim, olağanüstü ölçüde sakindim, ama onun betonun üzerine serilmiş cansız, esmer bedenine, gizem dolu Siyam güzelliğini öldükten sonra bile koruyan güzel bedenine bakarken şunu biliyordum ki, hayatım ne kadar değişirse değişsin, yarınım ne getirirse getirsin, sevdiğim ve nefret ettiğim şeylerin yerini ne alırsa alsın, kucağımda başka bir kediyle penceremin önünde durmayacaktım.


[1] Yavşanotu, çiçekleri mavi ve beyaz bir bitki. –ç.n.
[2] Nike, Yunan mitolojisinde zafer tanrıçası, Athena’nın diğer adı olarak da kabul görür. –ç.n.

 

Önceki İçerikOKUYAY Platformu Destekleyeceği 4 Pilot Proje Belirledi
Sonraki İçerikBugün günlerden Cumhuriyet Kitap!

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz