Hikmet Temel Akarsu ile Reddedilmek, Kaybetmek ve Nihilizm Üzerine

Hazırlayanlar: Emre Dalkıran & Ayhan Şahin

270
Hikmet Temel Akarsu - Nijilist

Hikmet Temel Akarsu’nun 2010 yılında yayımlanan Nihilist adlı romanı; Roma İmparatorluğu dönemindeki kavimler göçü yıllarını anlatır. Roman, Mesih olduğunu iddia eden ve 12 müridiyle Reddedilmiş Ruhlar Manastırı’nda yaşayan bir genç adamın hikâyesidir. Reddedilenlerin Mesih’i olduğuna inanan ve ‘risalelerini beyninin vicdan bölgesinden aldığı kanla yazan’ genç mürşit dış dünyaya öylesine yabancıdır ki, toplumsal algıyı ve insan yaşamına özgü temel kavramları ancak ‘kişisel serüveni boyunca ‘aşk’ ve ‘yalan’ın, ‘siyaset’ ve ‘adalet’in mabedinden geçerek’ öğrenecek; nihilist bir duyumsayışa doğru sürüklenecektir.

Ayhan Şahin: Geçtiğimiz yıl yayımladığınız Nihilist, sosyal-siyasal otorite karşısında bireyin içsel arayışının ‘beyhudeliği’ bakımından oldukça ilgimizi çeken bir roman oldu. Reddedilenlerin Mesihi öyle şeyler yaşıyor, öyle durumlarla karşı karşıya kalıyor ki, bir noktadan sonra tam anlamıyla sistemin bir ‘parçası’ haline gelmesi artık kaçınılmaz oluyor. Sizce, bir yerde eğer ‘toplumsal irade’den söz ediliyorsa, ‘gerçeği aramak’ boşuna mıdır? Yoksa insanı nihilizme sürükleyen, toplumsal iradeye boğun eğiş, tahakkümünü onaylayış ya da onunla kurulan kişisel ittifaklar mıdır?

Hta: Gerçeği aramak bir anlam taşıma olasılığı olan tek şey; biraz daha iyimser açıdan bakarsak iki şeyden biridir. İkinci şey hemen merak edileceği için söyleyeyim: Sevgi. Gerçek ve sevgi; işte dünyada erişilmesi en zor olan iki şey. Birincisini bulabilen irşad olur; ikincisini bulabilen mutlu olur. Ama ikisini de bulmak sadece ütopik olarak mümkündür. Hiçbir zaman soy mânâda bulunamazlar. Yine de var olduklarını düşünmek ve onları aramak bile başlı başına bir erginleşme; bilgeleşme sürecidir. Gerçeği aramak “ideal” olarak bakıldığında belki boşuna değil gibi gözükebilir; ama pratikte boşunadır. Çünkü insanlığın temel faaliyet alanı, gerçeğin itinayla yok edilmesi, gizlenmesi ve çarpıtılmasıdır. Bu konuda inanılmaz derecede yaratıcı olmuştur insanlık. Gerçeğin tek bir parçası hakkında bile sağlıklı bir fikir edinemezsiniz. Peki de gerçek neden bu denli özenle saklanır ya da çarpıtılır? İşte bu çok önemlidir; çünkü gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıktığında o denli korkunç ve o denli iğrenç olabilir ki; bir daha insanları hiza-istikamete sokmak, yönetmek ve gütmek asla mümkün olamayabilir. Kısacası gerçeğin saklanması ve çarpıtılması bir iktidar aracıdır. Hatta bunların en önde gelenidir. İnsan bunları kavrayabilecek erginliğe ulaştığında kuşkusuz içini nihilistik bir duygu sarar ama nihilist yönelim bundan ibaret değildir. Ötesi de vardır.

Hikmet temel akarsu, HTA
Hikmet Temel Akarsu

Emre Dalkıran: Reddedilenlerin Mesihi’nin trajik yazgısı, bizi bugüne ilişkin ‘otorite-muhalefet’ kavramları üzerine düşünmeye sevk etti; romandaki olay örgüsü, günümüz sistem karşıtı hareketlerinin bir yandan sistemle uzlaşmaz bir görüntü sergilerken, öte yandan -çoğu kez- sistemin emniyet supabı haline gelmesine benziyor sanki. Reddedilenlerin Mesihi’ni adım adım nihilizme sürükleyen etmenlerin başında, medeniyete duyduğu nefret ile siyasal otoritenin hizmetinde bulunma ikilemi olabilir mi?

Hta: Son derecede kavrayışlı bir analizle sualinize girmiş bulunuyorsunuz. Durum tam da budur. Sistem karşıtı gibi gördüğünüz ve içtenlikle katkı koymayı düşündüğünüz pek çok hareket, organizasyon ya da örgütün bizzat sistemin kendisi tarafından organize edilip devreye sokulduğunu ilerleyen yaşlarınızda hayret ve dehşet içinde fark edersiniz. Çaresizlik ve aldatılmışlık duygusu içinde bir müddet çırpınsanız da yapacak bir şey yoktur. Olan olmuştur. Suskunlaşır kabullenirsiniz. Oysa en büyük acıyı yaşamamışsınızdır henüz. Bir süre sonra kendinizin de geçmişte nasıl farkında olmadan kullanıldığınıza uyanmaya başlarsınız. Sonra son bir çırpınışla tüm bunları insanlığa aktarmak gibi ulvî bir düşünceye saparsınız; bunu yapmaya kalktığınızda en tehlikeli zamanınıza gelmiş çatmışsınızdır. Orada gelir ve sizi özel olarak ehlileştirirler. Romanımızda da örneklerini çokça gördüğümüz gibi; ehlileşme öyle önlenemez şekilde gelir ki; korkunç ikna edici yalanlar söylersiniz kendinize. Bir süre sonra kendinizi tanıyamaz hale gelirsiniz. Bunları biri söylese asla inanmayacağınızı fark edersiniz. Gönüllü olarak devşirilmişsinizdir artık. Bunun aşağılayıcılığını daha fazla duyumsamamak için daha az düşünerek, sıradan insanların sıradan faaliyetlerine intisab ederek, daha dirimsel ve basit işler yaparak yaşama yoluna gidersiniz. Geçmişi unutmaya çabalamak da bunun bir parçasıdır. Birkaç çok özel yalvaç ya da büyük kişiliği dışta tutacak olursak aslında tüm insanlar böyle yaşar gider. Yani aslında Faust bu nedenle böyle büyük bir eserdir. Bu korkunç dünya ile uzlaşı içinde yaşayan her birey aslında şeytanla bir anlaşmaya imza atmış kadar çaresiz ve zavallıdır.

Ayhan Şahin: Romanda anlattığınız Roma medeniyetinden günümüze değin uygarlığa ilişkin bütün gelişmeler daha çok teknik anlamda -yani ‘biçimsel düzlem’de- gerçekleşen düz bir çizginin üzerinde seyrediyor gibi; insanlığın ruhsal-düşünsel gelişimi o günden bugüne pek değişmemiş olmalı… Kimi sosyolog ve yazarların deyişiyle medeniyetten modernizm sonrası toplumlara doğru evrilen tarihsel süreçte uygarlaşma serüveni, sizce de bireyin tahakküm altına alınmasının tarihi mi?

Hta: Bir bakışa göre bu düşünüş doğru olabilir. Ama ben bireyin tahakküm altına alınmasının tarihiyle ilgilenmiyorum. Bunu kaçınılmaz bir süreç olarak görüyorum. Daha çok bu yapılırken yaşanan insanlık durumları ile ilgileniyorum. O yüzden de felsefe ve siyasetten çok edebiyata önem veriyorum. Felsefi ya da siyasi olarak bunları analiz edip kaydedebilirsiniz. Lakin edebi kontekst içinde bunları işlemeye kalktığınızda karakterlerinizin sizin de ötenize geçip benzersiz buluşlara ve sarsıcı insansal durumlara eriştiklerine tanık olursunuz. Felsefi anlamda terranovalara ayak bastığınızı görürsünüz. Bunlar heyecan verici şeylerdir. O yüzden edebiyat daha zor, daha ilginç ve daha heyecan vericidir. İnsanlığın yetiştirdiği en büyük isyancılar, yalvaçlar, düşünürler yaşamın içinden değil edebiyatın içinden çıkmıştır. Bu büyük kâşiflerin yaşadığı acılar tüm diğer insanlarınkinden kat be kat fazla olmuştur. O yüzden gerçek edebiyatçılar birer çileci, birer peygamber gibidirler.

Emre Dalkıran: Mesih, ‘en büyük günah neredeyse gerçeğin orada, en büyük mabed neredeyse, en büyük günahın da orada olduğunu’ öğrenir. En büyük mabed olan Kutsal Hikmet Manastırı’na gittiğindeyse orada kendi risalelerinin yazılmakta olduğunu görür; yani en büyük günah yine ‘kişinin kendi içinde’dir. Sizce, kişinin kendi günahlarından geçip varlığını tanıması ve ‘bilmesi’, o kişiyi hayatın anlamsız olduğu sonucuna mı; yoksa Malraux’nün deyişiyle, ‘yaşamın bir anlamı olmasa da, ondan daha anlamlı ne var ki elimizde’ önermesine mi götürür?

Hta: Burada biraz açıklama yapmam gerekiyor. Romanın kurgusu açısından… Bildiğiniz gibi Kutsal Hikmet sözcüğünün Rumcası Aya Sophia’dır. Yani burada bir göndermeler manzumesi, bir alegorik dizge vardır. Hikmet benim adımdır ve Aya Sophia İstanbul’da yer alan dünyanın en büyük mabedidir. Romanın finalinde kahramanın vardığı manastır da aynen oraya benzer. Oraya vardığında her zamanki gibi kavrayışsız insanlar, kötülükler, binbir berbat kişilikle karşılaşacağını tahmin etmektedir Reddedilenlerin Mesihi. Fakat o da ne? Orada onu danslarla, şenliklerle kutsal bakireler karşılamaktadır. Her şey masal gibidir. Mesih’in dünyada özlediği her şey ona sunulmuştur. İyi insanlar, iyi ilişkiler, güzel bakireler, adanmışlık, düşüncelilik vs.vs. Reddedilenlerin Mesihi’nin o anda ne yapması gerekir? Bu harika hayatı kucaklayıp doyasıya orada ömrünün sonuna kadar yaşamayı seçmesi gerekir değil mi? Ama o bunu yapmaz! Ne yapar? “Ne yapıyorsunuz siz burada manyaklar? Sapıklar!” diye bağırır. Burası romanın kırılma noktasıdır. İnsan bunu neden yapar? Aslında biliyoruz ki normal insan davranışları da böyledir. Özlediğimiz yaşam ayaklarımızın altına serildiğinde bazen bağnazlıktan, bazen tutuculuktan, bazen kavrayışsızlıktan, bazen gerilikten ama bazen de sırf insan olarak yanlış bir doğaya sahip olmaktan dolayı saçmalarız. Ve bulduğumuz mutluluğu oracıkta anında yok ederiz. Nitekim yarı çıplak bakireler Mesih’e küsüp manastıra çekilirler. Asıl yıkıcı son oradadır. Çünkü içeride hepsi harıl harıl çalışmaktadırlar. Ne yaptıklarını sorar onlara: “Reddedilenlerin Kutlu Risaleleri”ni sildiklerini söylerler. Mesih bunu garipser. Ama sonra anlar. Meğer bu manastırdaki bütün iyi yürekli masumlar onun öğretisini parşömenlere geçirip insanlığa iletiyormuş. Ama onun gerçek yüzünü gördüklerinde yanlış bir şey yaptıklarını anlamışlardır. O da tüm diğer insanlar gibidir. Bu risalelerin insanlığa erişmesi çok kötü olacaktır. O yüzden tek tek silinmelidirler. Reddedilenlerin Mesihi bu gerçeği kavradığında yıkılır. Kendi hatasını ve beyhude geçen hayatını anlar. İnsan ruhunun lanetlenmişliğini kavrar. Beyhude bir Mesih, yaşamaması gereken bir nihilist olduğunu anlar. Kendi canına kıyar. Ölürken en çok sevdiği kadının kucağındadır. Bu ona hayatın tek ödülüdür. Çok mutlu ölür. Kadın bu intihara mani olmaz. Çünkü onun, müridlerini aşağılamış bir sahtekâr ve sistem tarafından devşirilmiş bir Mesih olarak yaşamasındansa, reddedilenlerin mesihi yani bir nihilist olarak kendi yaşamına son vermesinin daha onurlu, daha evla, daha iyi olduğunu düşünür. Yani en baştaki sualinize geleyim. Yaşamın bir anlamı olmasa da sevgi öyle bir şeydir ki en anlamsız ve kirli yaşamdan bile bir büyük duygu, bir efsane, yepyeni bir varoluş yaratabilir.

Ayhan Şahin: Toplumsal iradeyle siyasal otorite arasındaki ilişki Nihilist’te iç içe geçmiş olarak veriliyor; daha doğru bir deyişle: siyasal otorite toplumsal yapıdan besleniyor. Oysa tarihin kimi dönemlerinde -sözgelimi özgürlük hareketlerinde, demokrasi mücadelelerinde- sosyal yapı üzerinde ne denli ısrar edilse de tam anlamıyla bir otorite kurulamıyor. Reddedilenlerin Mesihi’nin ‘kaybetme’ nedeni, sosyal-siyasal otoritenin baskısına aynı anda, eşzamanlı olarak mı maruz kalmasıdır? Eğer öyle ise, inisiyasyon sürecinin de bir anlamı kalmıyor olsa gerek…

hikmet temel akarsu, ninilist

Hta: Reddedilenlerin Mesihi’nin kaybetme nedeni yukarıda anlattığım uzun insansal paradoksun farkına varmasıdır. Burada madem böylesi görkemli ve uzun erimli bir inisiasyon ve erginleşme süreci böyle bitiyor; öyleyse hiçbir şeyin anlamı yok diye bir sonuç çıkabilir. Zaten nihilist intihar da bunu gösteriyor. Ama orada unutulmaması gereken bir şey var. Sevgi. Gerçek sevgi. Bence Reddedilenlerin Mesihi ölürken mutludur. Çünkü beyhude bir yaşam yaşamış, devşirilmiş, ehlileştirilmiş, sistemin hizmetine koşulmuş ve tüm ideallerinin tersine işler yapmak durumuna düşürülmüştü. Ama özünde kalbi temiz ve masumdur. Onun bu hale getirilmesi sadece ve sadece sistemin gücünü gösterir. Ama onun karşısında çok daha büyük bir güç vardır ki o da sevgidir. Gelmiş ve final anında Mesih’i Kutsal Hikmet Manastırı’nda bulmuştur. Mesihimiz sevdiğinin kolları arasında, hayatı çözmüş, bahtiyar ve fakat mağlup olarak ölmüştür. Kimse buna boşa yaşanmış bir hayat, boşa yaşanmış bir serüven diyemez. Ulvî bir aşktan üstün ne olabilir? Aslında bence sizin kuşağınızın en büyük sorunu da bu: Aşka ve adanmaya artık inanmıyor olmak. Belki abarttığımı düşüneceksiniz ama ben bunun da sistem tarafından bilinçli olarak yok edilmiş, dejenere edilmiş bir duygu olduğunu düşünüyorum. Çünkü gerçek sevgiyi bilen biri kötülük yapamaz. Oysa bu sistem kötülük üzerine kuruludur. Size o yüzden ilk önce sevdiğiniz o güzelim kızlara bir haz nesnesi, bir mekanik araç, bir klişe partner gibi bakmanızı belletmeye çalışırlar. Aslı tehlike bu. Bana göre her genç kız kutsal, ulvî ve sevilesi bir yaratıktır. Erkekler onların uğrunda yaşamalı ve onları hak etmelidirler. Biraz arkaik ama böyle…

Emre Dalkıran: Nihilist romanında şöyle söylüyor Reddedilenlerin Mesihi: “Tüm insancıklar sürekli lanetlenip reddedilip dışlandığına göre, yakında reddedilmemiş kimse kalmayacağına göre ben bütün insanlığın Mesihi’yim.”

Toplumsal yaşamı oluşturan topluluklar sürekli birbirlerini reddediyor ve ötekileştiriyorlar. Yani insan bir yandan reddedilen olurken, öte yandan kendisine benzemeyenleri ‘öteki’ olarak addediyor. Ne dersiniz, yanılıyor muyuz?

Hta: Yanılmıyorsunuz da; işin önemli olan yanı bu değil. Daha önemli olan bunun yukarıdan organize ediliyor olması ki. Bunu egemenler tarih boyunca hep yapmışlar.

Ayhan Şahin: Reddedilenlerin Mesihi, risalelerini beyninin vicdan bölgesinden aldığı kanla yazmaya başlıyor. Burada, ‘yürekte mantığın bile bilmediği bir mantık vardır’ özdeyişini tersine çeviren bir durum mu söz konusu?

Hta: Reddedilenlerin Mesihi’nin risalelerini beyninin vicdan bölgesinden aldığı kanla yazıyor olmasını Prof. Gürsel Aytaç, Felsefi Roman adlı kitabında Nihilist hakkında yazdığı yazıda Faust’un Mefisto ile anlaşmasını kanla imzalaması ile karşılaştırıyor. Aslında son derecede güçlü ve yerinde bir analiz. Ama ben buna bir de şunu eklemek isterim. Aslında Vahiy meselesine açıklık getirmek için yazılmış bir partisyondur o. Yani demek istiyorum ki; vicdanını yeterince iyi dinlersen tıpkı vahiyler gibi güçlü sesler duyacaksın. Aslında vahiy vicdanlı bireyin içsesidir. Onu başka yerde arama; kendinde ara.

Emre Dalkıran: Romanda, Telengriya Mağaraları’ndaki bir rahip şöyle der: “Biz belli dönemlerde kıyamet geliyor der ve tarih silicilerini de sizi arıtacağız deyip kaynar kazanlara atarız. Böylece silicileri de sileriz. Hiç kimse hiçbir şeyi bilemez. Tarihi silenler de silinmiş olur. Dünya milyonlarca yıldır böyle yola devam eder.”

Rahibin bu sözü üzerinde düşündüğümüzde, bize verilen tarih algısının resmi ideolojilere hizmet ettiğini, gerektiğinde verili gerçekliği eğip bükmek pahasına da olsa sistemin dışına taşmayacak şekilde bir ‘gerçek dışılığa’ dönüştüğünü görüyoruz. Ece Ayhan’ın ‘tarihi düzünden okumak’tan kastettiği de, -tıpkı sizin gibi- mevcut tarih algısının dışında bir gerçekliğe tekabül ediyor…

Hta: Bu konudaki görüşlerim gayet net ve sadedir. Bana göre tarih, gerçeğin itinayla yok edildiği bir feryatlar Gayya’sıdır. Bize anlatılan tarihe inanmıyorum. Zaten dikkatli baktığınızda her ülkenin, her inanç grubunun, her çıkar çevresinin, her ideolojinin de farklı farklı anlatılar geliştirdiğini görürsünüz. Hatta dönemsel olarak çıkarlar neyi gerektiriyorsa ona uygun tarih anlatısı yeniden imal edilir. Bunu yapan atanmış, resmi tarihçiler vardır. Burada bilememiz gereken tek şey anlatılanları hiçbirinin doğru olmadığıdır. Hepsi bu.

Emre Dalkıran: Dekadans Geceler adlı kitabınızdaki hikâyelerde x, y, z kuşaklarından bahsediyorsunuz, bir söyleşinizde de umudunuzun z kuşağında olduğunu söylüyorsunuz: y kuşağında bulunan teknolojik tapınma durumuna karşın, z kuşağında teknolojiye hâkim olma, onu araç olarak kullanabilme durumuna dikkat çekiyorsunuz. Oysa benim de içinde bulunduğum z kuşağına baktığımızda, Zizek’in öne sürdüğü ‘hayatlarımızı belirleyen acımasız teknolojik dürtü’nün yoğun bir şekilde hissedildiğini, sanal bir gerçekliğin oluşmasıyla içine kapanmışlık, hayatın, toplumun tüm gerçeklerinden kendini soyutlamışlık, sadece kendisiyle meşgul olduğu için kimseyi anlamaya çalışmama ya da güven bunalımı içinde olduklarını görüyoruz. Bizler, kuşağımızın teknoloji toplumunun nesneleri değil, bizatihi özneleri olduğuna inanıyoruz; bu kuşak doğrudan kaybedilmiş bir dünyanın içine doğmuşken ve sanal bir varoluşun gölgesine sığınmışken, geleceğe dair size nasıl umut veriyor?

Hta: Aslında bu soru çok zor bir soru. Z Kuşağı’na olan güvenim sadece daha önce gelenlerin hiçbir iler tutar yanları olmamasındandı bir anlamda. Bu kuşak hiç değilse tüfeğe tanrının gazabı, viskiye ateş suyu olarak bakan yerli kabileler gibi teknolojiye bakan bir kuşak değil. Her şeyin yapılabilir ve yapılmakta olduğunu izleyen bir kuşak. Yukarıdakiler, düşünememeleri ve öğrenememeleri için ya da alelade idealler peşinden gidip sıradanlaşmaları için her şeyi itinayla yapıyorlar. Ama yine de başaramadıkları bazı şeyler  var. Örneğin benim çok önem verdiğim bir alanda; kutsal aşk, katışıksız sevgi, karşılıksız adanma; daha öncekilere göre daha iyiler. Sanki bir hayat emaresi görüyorum o noktada. Sevgi bizi kutsayan ve yücelten ve nihilist seyrüserüvenlerde kendi kendimizi helak etmemizden koruyacak olan yegane şeydir.  Z Kuşağı seviyor. Hiç değilse kendi kendini seviyor. Bu da bir şeydir. Hiç yoktan iyidir. Çünkü dibi görmüştük. Orası felaketti. Buradan yükselişin başlayacağını düşünüyorum. Yapıtlarım bu pırıl pırıl ve fakat saf kuşağa yaşadığım zahmetli hayattan devşirebildiğim kadarı ile “gerçek”i aktarabilme çabasıdır. Sanırım kitaplarımın bu kadar itinayla okurdan uzak tutulmasının nedeni de bu. Bunu bir paranoya olarak görmemenizi dilerim… Şimdi sistem, piyasaya sürdüğü sayısız sahte edebiyatçı ile binbir aleladelikle yalan ve yapay bir gündem ve düşünsel vaazı her gün her gece milyonlarca kitle iletişim aracı ile herkesin beynine zerketmeye ve benim gibi yazarları yok etmeye çalışırken; Z Kuşağından iki genç beni buluyor ve kitaplarımı autheur düzeyinde birer kişilik olarak okumuş halde benle felsefî bir röportaj yapıyor. Z Kuşağından ümit etmemek için ne gibi bir nedenim olabilir o noktadan sonra???

Önceki İçerikGörünmez Kentler
Sonraki İçerikSinemada Aydın Eleştirisi ve Mekân: Kış Uykusu

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz