Gülün Adı (The Name of the Rose)

837
Gülün Adı

Gülün Adı

[The Name of the Rose]

Jean-Jacques Annaud, reklam filmi yönetmenliğinden sinemaya geçmiş bir yönetmen. İlk filmi 1976 tarihli Noirs et Blancs en Couleur (Black and White in Color) Fransız seyircisinin pek de ilgi göstermediği bu film En İyi Yabancı Film Oscar’ını almayı başarmıştı. İkinci filmi Coup de Téte (Hothead). 1981 tarihli La Guerredu Feu (Ateşi Arayış), ilk defa ateşi bulan insanların ateşin sönmesi üzerine tekrar ateşe kavuşmak için aralarından birkaçını görevlendirmelerini konu almaktaydı. Annaud, bu filmiyle de Fransız Cesar ödüllerinde en iyi film ve en iyi yönetmen ödüllerinin sahibi olmuştu. Kariyerinde çok önemli bir yer işgal eden Ayı, Çin’e girişinin yasaklanmasına neden olan Tibet’te Yedi Yıl, Kapıdaki Düşman, İki Kardeş, kendisine tekrar Çin’in kapılarının açılmasını sağlayan Kurdun Uyanışı hiç unutulmayacak yapıtlarından. Der Namen der Rose(Gülün Adı), Annaud’un 1986 tarihli İtalya, Fransa, Almanya ortak yapımı bir roman uyarlaması filmi.

Gülün Adı bilindiği gibi, Eco’nun 14. yüzyıl başı ortaçağında, Avrupa’da, iktidar erki ve papalık kurumu arasındaki “siyasi” otorite savaşı; tarikatlar arası çekişmeler, dinin halk üzerindeki baskılarının iğne oyası gibi dokunduğu yaşamdan yedi günlük bir kesit ve yedi günahın yedi ölümle ilişkilendirildiği bir “polissiz polisiye”si. Eco’nun derin bilgi birikiminin her bir satıra yansıdığı, detaycı ve felsefi ağırlığı olan zor bir roman.

Pek çok dile çevrilmiş, İngiliz Polisiye Yazarlar Derneği’nce tüm zamanların En İyi 100 Polisiye Kitabı Listesi’ne seçilmiş; dine yaklaşımı nedeniyle çok eleştirilmiş ama bir o kadar da beğeni almış bir kitap Gülün Adı. Bu özellikleriyle de sinemalaştırılması ciddi riskler taşıyan, uzun ve ağdalı; her bir detayın göz ardı edilemez anlamlar taşıdığı bir eser. Eco’nun incelikli ve bir mimar titizliğiyle konu ettiği mekânlar hayal dünyası en sınırlı okuyucunun bile âdeta eline kalemi alıp çizebileceği kadar detaylı bir şekilde betimlenmiş olduğundan kitabın filme uyarlaması bu açıdan da hayli sıkıntı yaratmış olmalı.

Kitabın kurgusundan kaynaklanan mekânsal görselleştirmenin teknik açıdan filmin ana omurgasını oluşturduğu göz önüne alınırsa Annaud’un romanı filme uyarlamak için üç yıl araştırma yapmasını fazla uzun görmemek gerek.

Konuyu kısaca hatırlamakta fayda var: 1314’de Bavyeralı Ludwig, Frankfurt’ta imparatorluk tacını takar. Aynı gün Avusturyalı Frederick de Main’de imparator seçilir. Tek devlet, iki imparator olamayacağına göre savaşırlar ve Ludwig galip gelir, ancak papa sonuçtan memnun olmaz ve galip imparatoru aforoz eder. Ludwig de boş durmaz ve papayı sapkınlıkla suçlar. İmparator, İsa ve havarilerinin yoksul olmasından dolayı kilisenin de yoksul olmasını savunan Fransisken tarikatına yakınlık hissetmektedir. Kilise ve Engizisyon ise kutsal kitapta belirtilen günahlara ilaveten rahiplerin dikkat çektiği inanış ve davranışların da günah sayılacağını beyan edip, kalplerdeki korkuyu canlı tutarak ve bilgiyi saklayarak Tanrı’ya olan inancın devamını sağlamayı hedeflemektedir.

Böyle bir ortamda Baskervilleli Fransisken rahip William ve çömezi Adso Kuzey İtalya’daki bir manastıra görevli olarak gönderilirler. Roman, çömez Adso’nun ağzından, onun günlüklerine dayanılarak anlatılmaktadır. Yedi günlük bir zaman dilimi içinde gelişen, günahların bedeli yedi ölümcül olay eserin sonunda aydınlığa kavuşturulacaktır.

14. yüzyıl ortaçağı-manastır, günahlar-bedeller, neden-sonuç ilişkisinin zaman-mekân içinde son derece çarpıcı bir şekilde, loş ve kasvetli bir atmosferde aktarıldığı romanı görselleştirilmiş olarak izleyen okurun aynı yoğun duyguları tekrar yaşadığını acaba söyleyebilir miyiz? Bütün yazılı metinlerde olduğu gibi Eco’nun romanı da sayfa sayfa okunurken okuyucunun zihninde canlanır, ağır ateşte pişen yemek gibi lezzetini kazanırken; acaba, Annaud da aynı tadı, lezzeti, duyguyu film uyarlamasında izleyiciye verebilmiş midir?

Annaud’un filminde, dini referanslarla yaşanan bir çağda dini ve etik değerlerin sorgulanmasının vurgulandığı “olay yeri mekânları”nın karanlık ve gizemli atmosferi başlı başına bir baskı unsuru olarak hissediliyor. Romanı gibi film de sadece art arda işlenen cinayetlerin araştırıldığı bir eser değil kuşkusuz. Ortaçağ tarih ve felsefesi de yazarının yorumlamasına uygun olarak yansıtılmakta. Film Adso’nun sesiyle başlıyor. Kış, hava soğuk ve kasvetli. İki atlı tepedeki manastıra doğru yaklaşıyor. Heybetli bir yapı. Gelenler bekleniyor, kapı açıldıktan sonra önce eller yıkanıp, temiz havluya kurulandırılıyor. Manastırın avlusunda ise herkes sessiz bir tedirginlik içinde işini yapmaktadır.

Misafirlere küçük pencereli, döşemesi ahşap kaplı bir oda verilir. İçerde kuşkusuz yıkanma ve tuvalet yeri yok. William’ın kullandığı suyun sesinden etkilenerek tuvalet ihtiyacı hisseden Adso’ya yine William yardım eder: “Avluya çık, aedificiumu soluna al, ihtiyacın olan yer sağdaki avlunun üçüncü kemerinin arkasında.” Adso sorar, “daha önce bu manastıra gelmediğinizi söylemiştiniz?” Yani, “helanın yerini nereden biliyorsunuz?” demeye getiriyor. William dikkatli bir bilge edasıyla “bir kardeşimizin o tarafa doğru telaşla koşturduğunu gördüm ama dönüşte sakin ve rahatlamış görünüyordu,” der. Daha filmin başında William’ın dikkati, bilgeliği, sorunları çözme, mekânı okuma başarısı vurgulanarak ondan çok daha fazlasını beklememiz gerektiği hissettirilmekte.

William küçük pencereden baktığında yeni kazılmış bir mezar görür ve odasına gelen başrahipten müteveffanın doğu kulesinin altında cesedi bulunan komik ve esprili çizimleriyle tanınan minyatür sanatçısı olduğunu öğrenir. Bu nedenle de William ile Adso araştırmalarına Otrantolu Adelmo’nun doğu kulesinin altında ölü olarak bulunduğu yerden başlarlar.

Filmin her karesinde, açık ve kapalı bütün mekânlarda ortaçağın kıtlık yıllarının sefaleti, yoksulluğun acı yüzü, dinin baskıcılığı görülmekte, hissedilmekte. Romanı okuyanların hatırlayacağı üzere Eco, daha kahramanlarımızın manastırı uzaktan görmeye başladığı andan itibaren yapıyı ve çevreyi tariflemeye başlamıştı. Manastırın içine girildiğinde de kompleksin bütün yapıları yeri, ölçüsü, biçimi, birbirleriyle ilişkileri, bezemeleri açısından inceden inceye anlatılmıştı. Sınırlı bir süre içinde kuşkusuz bu kadar detayı hakkıyla yansıtmak mümkün değil ancak Annaud’un yine de genel tarihi ve mimari havayı elinden geldiği kadar yansıttığını kabul etmek gerek. Adso’nun tedirginlik ve hatta korkuyla gözlemlediği kabartmalardaki ürkütücü tasvirleri izlediğimiz sahneler en az Adso kadar izleyiciyi de tedirgin etmekte.

Yunanca tercümanın da cesedinin bulunmasından sonra, hayatını kaybeden her iki manastır üyesinin çalışmalarını görmek amacıyla William’ın gittiği kütüphanenin çalışma bölümü de romanın aslına oldukça yakın bir şekilde canlandırılmış. Çevrelerine tedirgin bakışlar atan din adamları masalarının başında çalışmaktalar. Kitapların bulunduğu bölgeye ise kütüphane görevlilerinin dışında kimse giremiyor. Ama, daha sonra bir gece vakti William ve Adso girişteki en korkutucu kabartmanın gözüne parmak sokarak kolaylıkla gizli geçitten içeri giriyorlar. Burada William yine bilgece bir kelâm ediyor: “Fareler, parşömeni âlimlerden daha çok sever.” Neticede, fareleri takip ederek merdivenlerin bitiminde kütüphaneye ulaşıyorlar. Burada yüzlerce değerli ama yasaklı kitap bulunuyor. Film uyarlamasında da kütüphanenin labirentsi yapısı oldukça başarılı yansıtılmış. William ve Adso’nun burada birbirini kaybedişi, sesle iletişim kurmaları, Adso’nun giysisini söküp ipliğin ucunu sabitlemek suretiyle ve bir kitaptan parçalar okuyarak sürekli sola doğru hareket etmesi sonucu birbirlerine kavuşmaları, William’ın yasak alanın girişinde, yerdeki tuzak kapaktan aşağı düşmek üzereyken Adso tarafından kurtarılması heyecanı doruğa çıkarıyor, Kütüphanenin en çarpıcı yanı ise labirent özelliği ve merdivenleri. Modernizmin fikir babaları olan Frank Lloyd Write, Le Corbusier, Walter Gropius ve Mies van der Rohe’nin fonksiyonelliği baç tacı edip basit ve yalın, bezemesiz tasarımları benimsemelerine karşın; karışık, karmaşık, dolambaçlı, labirentsi temaları daha çok post modernist ve dekonstrüktivist mimarların tasarımlarıyla diğer sanat dallarında eser veren sanatçılarda görmekteyiz. Eco’nun kütüphanenin kasvetli, gizemli, sinir bozucu ve tedirgin edici havasını daha da pekiştirmek için kullandığı labirent olgusunu romanın film uyarlamasında da Annaud’nun yorumlamasıyla izliyoruz.

William ve Adso manastırdaki gizemli olayları çözmeye çalışadursun, yapılacak münazaraya katılmak üzere papalık ekibiyle birlikte manastıra gelen ve eski bir çekişme nedeniyle William’la araları hiç iyi olmayan Bernardo Gui de tavırlarıyla ortama tuz biber ekmektedir. Münazaranın konusu ise, İsa’nın giydiği elbiselerin sahibi olup olmadığı; kilisenin fakir olmasının gerekli olup olmadığı…

Bir yandan da yeni aksiyonlar devam eder. Bedenini yiyecek karşılığı satan kızla oynaşırken yangın çıkmasına sebep olan Salvatore, kız ve cinayetle suçlanan kilercinin, başrahip ve William’ın da danışman olarak yer aldıkları engizisyon mahkemesinde yargılanmaları sonucu yakılarak idama mahkûm edilmeleri, son cinayeti işleyen Malachi’nin de parmağı mürekkepli olarak zehirlenip ölmesi üzerine William’ın Bernardino Gui tarafından bütün bu olayların müsebbibi ilan edilmesi, William ve Adso’nun tekrar gittikleri kütüphanede şifreyi çözüp kapının üstündeki Q harfine basmak suretiyle gizli odaya girmeleriyle devam eden sahneleri kazıkların çakılması, mahkûmların yakılacakları yere getirilişi ve infaz hazırlıklarını gösteren sahneler izliyor. William  ile Adso merdivenlerden çıkınca labirentin kestirme yollarından geçerek onlardan önce kuleye gelmiş olan rahip Jorge’yi buluyorlar. William, Aristo’nun kayıp kitabını görmek istiyor, Jorge itirazsız veriyor. Eline eldiven takarak kitaba dokunan William, Jorge’nin hesabını bozuyor ve durumu anlayan Jorge kargaşa çıkarıp kaçarken yere düşen kandil ateşi ile çıkan yangın yayılıp, kitap sayfalarını koparıp ağzına atarak yok etmeye çalışan Jorge’yi de tutuşturuyor. İnfazı izlemekte olan halk yangını görünce isyan ediyor. Durumun tehlikeli bir hâle doğru evrildiğini gören Bernardino Qui ve papalık grubu arabalarına binip kaçarken devrilen arabadan düşen Bernardino ölüyor, William ise kurtarabildiği kadar kitabı alıp kuleden çıkıyor.

Filmin sonunda William ile Adso’nun manastırdan ayrılışını izliyoruz. Baskervilleli William ve Adso o heybetli, insanı ezen, ağır yapının yerinde dumanları tüten bir enkaz yığını ve Adso’nun gönlünü kaptırdığı ve adını hiçbir zaman öğrenemeyeceği tek dünyevi aşkı olan kızı arkalarında bırakarak uzaklaşıyorlar.

Hareketli görüntüler aracılığıyla derdini anlatan sinema, diğer sanat dallarıyla birlikte varlığını ortaya koyan ve teknolojiyi yakından takip etmek durumunda olan bir çalışma alanı. Ortak bir dramatik kaynağa sahip olan edebiyat ve sinema her zaman kol kola ilerlemiş, mekâna müdahale ve mekân tasarımı odaklı görsel bir çalışma alanı olan mimarinin ise sinemayla ilişkisi ve iltisakı çok daha güçlü ve şiddetli bir şekilde hayata geçmiştir. Sinemayı bugünkü saygın konumuna ulaştıran, bir sanat dalı olarak kabul edilmesinde önemli payları olan bazı değerli yönetmen ve sinema kuramcılarını da anmakta fayda var. İlk kitabı Görünen İnsan’la sinemaya felsefi bir boyut getiren Béla Balázs, sinemada yazı ve müziğin görüntünün önüne geçmemesi gerektiğini savunmuştu hep. Sinemada formalizmin öncüsü olan Rudolf Arnheim da Sergei Eisenstein, Fritz Lang, Akira Kurosawa, sürrealist filmlerin unutulmaz yönetmeni Luis Buñuel de sinemayı sanat yapan yönetmenler sıralamasında ilk akla gelenlerden. Yönetmenimiz Jean-Jacques Annaud ise daha çok hayvanlar, insanlar ve doğa temalı filmleri ile adından söz ettirmiş bir yönetmen. Görüntüye önceliği veren ve diyaloglara fazla rağbet etmeyen bir üslubu var. Bu nedenle de Gülün Adı filminde kitabın aslındaki uzun diyaloglar ve detaylı betimlere fazla yer verilmeyen bir akış görüyoruz. Filmin tüm sembolik ögeler içeren anlatımına rağmen izleyici tarafından sıkılmadan ve rahat izlenebilir olmasının bir sebebi de muhtemelen budur. Ancak, kitaptaki anlatım zenginliği ve felsefi derinliğin hayli yavanlaşmış olduğunu da belirtmekte fayda var. Ortaçağ Gotik havasının karanlık, gri ve kahverengi tonlarıyla canlandırıldığı, âdeta karanlık bir filtreyle detayların yumuşatılıp gizemin vurgulandığı Gülün Adı’nda bir zamanların Spagetti Filmleri’nin unutulmaz görüntü yönetmeni İtalyan Tonino Delli Colli’nin de katkısını saygıyla teslim etmeliyiz.

Yazının sonunda, sıradan bir sinema izleyicisi olarak ve haddim de olmayarak bir hissiyatımı paylaşmak istiyorum. Filmi ilk izlediğimde de, bu yazıyı yazmak için çeşitli defalar parça parça izlediğimde de genç Christian Slatter’i Adso rolünde oldukça başarılı buldum. Ancak Sean Connery için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Bana bir din adamı olarak fazla dünyevi ve canlı geldi doğrusu…


Desen: Türkiz Özbursalı

Önceki İçerikAğrı Şiirdir Anadolu’da
Sonraki İçerikbeyaz aşk…

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz