beyaz aşk…

51
beyaz aşk

Hikmet Temel Akarsu
İstanbul, 16 haziran 2003


 

Sevgili Niyaz için… 

İstanbulun’un eflatun gecelerinde, dolunay zamanı, Hisar’da birikerek gözlerini gökyüzüne diken biz geçkin hovardalara, yüzünde kocaman tebessümlerle gerçekçilik dersleri verirdi. O, hayallere dalmamızdan değil, onlardan uyanmamızdan hoşnut olurdu. Çünkü hepimizin kaçıp gitmek istediğimiz bu dünyayı, o güzel bulurdu. Bu, garip, tuhaf, saçma ve mazoşistçeydi bize göre… Ama yine de bu çocuksu düşünceleri o dile getirdiğinde mutlu olur, inanırdık; çünkü o bizim Kraliçemiz’di…

O sadece bizim kraliçemiz değildi; aynı zamanda Pitoresk Pera’nın, tüm Beyoğlu ve Galata’nın, Asmalımescit ve Galatasaray’ın, boydan boya İstiklal Caddesinin, Nevizade’nin, Büyükparmakkapı’nın, Cihangir ve Ayaspaşa’nın, Setüstü, Firuzağa ve Çukurcuma’nın, yaşadığımız kentin tüm gözde eğlence alanlarının, yani alafranga İstanbul’un, bitmek bilmeyen eflatun gecelerinin, bohem hayatının, rind meclislerinin de kraliçesiydi.

Her gecenin yarısına doğru bir Amazon gibi belirirdi müdavim olmasıyla birlikte “trendy” hale getirdiği barın kapısında. Ardı sıra başka Amazon’lardan müteşekkil ordusu sökün ederdi. Kendinden emin gülücükler savurarak ve meydan okuyarak barı boydan boya geçer, rindlerle selamlaşırdı. Onun selamını alabilmek uzun süreli bir birikimin sonucunda elde edilebilecek bir ayrıcalıktı. Bu selamı alan herkes kendini daha iyi hissederdi. Gece hayatında başına kötü bir şey gelmeyeceği garanti altına alınmış olurdu. Çünkü Kraliçe, sadece yanısıra gezdirdiği Amazon kavmini değil, ihtiyacı olan herkesi, her yerde, her gece korurdu.

Bu ne anlama gelirdi? Ya da niçin yapılırdı? Yapana ne tür bir tatmin verirdi, bilinemez ama, Kraliçe sabahlara kadar içse de asla sarhoş olmaz, her şeyi kontrol altında tutar ve her kim muhtaç duruma düşerse anında yanıbaşında belirirdi. Onun rızası olmadan hiç kimse kendi başına kötü bir şey getiremezdi. Bunu hayata dair absürd bir istisna mı, yoksa geçmiş zaman şövalyelerinin, günümüzde, kadın kılığında, İstanbul gecelerinde hayata müdahil olması olarak mı görmek gerekirdi? İşte buna kimse karar veremezdi… Zaten Kraliçe, hiçbir konuda hiç kimsenin, herhangi bir karar vermesine gerek kalmaksızın doğru olanı çoktan yapmış olurdu. Çünkü o, her ne kadar sürrealist bir resmin kahramanı gibi ortalıkta geziniyorsa da aslında bir gerçekçilik fetişistiydi… Acımasız kararların, süratle ve kararlılıkla alınması gereken zamanlarda yapması gerekeni, tereddütsüz yapan modellerden… Yani bir nevi Caravaggio figürü… Işığı ve gölgeyi sonuna kadar veren türden…

Yıllar boyunca düşünmüş, onun olduğu ortamlarda bulunmaktan neden mutlu olduğumu bir türlü bulamamıştım. Onu hiçbir zaman bir kadın olarak arzulamamış, onunla hayata dair hiçbir alış-verişe girmemiştim. Aylar, yıllar boyunca sürdürülmüş derin bir sohbetimiz, dolaylı arkadaşlıklarımız, ortak değer ya da ideallerimiz, benzeşik zevklerimiz filan da yoktu. Ama onu severdim, çok ama çok severdim. Nedenini hâlâ bilemiyorum ve onu hala çok seviyorum. Adeta bir beyaz aşktaki gibi… İçinde cinselliğin olmadığı, bu dünyaya ait fesatlıkların, hesapların, art niyetlerin, sefilliklerin bulunmadığı bir âlemdeki, cisimsiz, süblime bir hayatta olabileceği gibi.

Eşsiz sezgileri ve aşmış kişiliğiyle tüm bu hissettiklerimi anlardı. Ona çocuksu, kimi zaman da sıkıcı gelirdi bu tarzım. Ama o, rüyayı hiç bozmazdı. Erişilmez bir kibarlığı vardı bu konuda. Benim, imge dünyamda yarattığım kültlere dokunmaya kıyamazdı. Büyümeye direnen bir çocuğun düşlerine kıyamamak gibi bir şeydi bu. Bu düşlerime her kıyamayışı onu daha da çok sevmemle sonuçlanırdı. Bu süpernova patlaması nerede bitebilirdi, sadece onu düşünürdüm işte…

Kimi zaman, “Bu gece dans yarışması var. Katılalım mı?” diye ciddi ciddi konuşur, dostlarımızın hayret dolu bakışları arasında yanlarında ayrılır gecenin karanlığında kaybolurduk. Bize çocukluğumuzun, ilk gençlik yıllarımızın Kalamış’ını, Fenerbahçesi’ni, eski 45’liklerin gözde olduğu zamanlardaki Bağdat Caddesi’ni anımsatan “dans yarışmaları” parolamızdı… Nadiren kullanırdık bu parolayı… Gerçekten ihtiyaç olduğunda… Art niyetsiz bir dostla yalnız kalmak ve birlikte susarak sakinleşmek zorunlu hale geldiğinde…

O sonbahar gecesinde, artık serinleşmeye başlayan yazsonu gecelerinden birinde, en çok sevdiğimiz rock bar’ın açılış partisinin olduğu gece, uzun bir sürenin ardından, buna ihtiyaç olmuştu. “Dans yarışması” na katılmak üzere çıkmalı ve “birlikte susarak” sakinleşmeliydik. Kraliçemiz, bu düşkün halimi yine anlamış ve görmüş geçirmiş tebessümüyle devreye girmişti. Bir arabalı vapurda gerçekleşecekti Kemancı’nın açılış partisi. Tüm Boğaz boydan boya geçilecek, gecenin sonuna doğru Kemancı Rock Bar’a geri dönülecekti.

Konser sahnesi kurulmuştu, arabaların olması gereken pistin en ön kısmına. Kentin tüm tanınış rock simaları ortamdaydı. Katılım fazla değildi ve bunun için Tanrı’ya şükrediyorduk. Çünkü dağıtıp eğlenecek değil, hüzün rüzgârlarında savrulacak haldeydik. Yine de partiye katılmış birkaç düzine motorun, arasıra yükselen gösterişçi çığlıkları zaman zaman büyüyü  bozuyor ve bizi gerçek dünyaya döndürüyordu.

Sınırsız içki, sınırsız duman… Issız parti… Motorlu rocker’lar… Bir rock’n roll grubunun,  rüzgârda savrulan kederli müziği… Ara sıra gözleri gözlerimize çarpan eski dostlar, tanıdıklar… Düşmüş rock starları… Uzak sahillerde yaprakları dökülmeye başlamış yalnız ağaçlar… Banklarda birbirine yapışmış sevgililer… Terkedilmiş sahil tavernaları… Melankoli, en doğru sözcük olacaktı, bu gece için bir isim koymak gerektiğinde.

Kraliçemiz’le birlikte, motorlu rocker’ların biraz ilerisinde, filikaların yanına tünemiş puro ve bira içiyorduk. Rüzgâr yüzümüzü kesiyordu ve birlikte susuyorduk. Gözümüzün önünden bir bir geçiyordu Boğaz’ın mutsuz, kederli kıyıları… Her kıvrımında binlerce anımızın kaldığı Boğaz kıyıları…

Çok derin bir öykü anlatmak istememiştim aslında sizlere… Sadece şunu söylemeye çalışmıştım: Her şeye katlanmak mümkün olabiliyordu böylece… Güçlü kadınlar, beyaz aşklar, birlikte susuşlar… Masallardaki gibi yaşamak istemiştim hep; işte bunlar o masallara ulaşabildiğim ender anlardı… Hepsi de kısacık olurlardı. Bir kelebeğin ömrü kadar…

Bu hüzün vericiydi…

Hayat da işte böyle geçip gidecekti, bir hüzün sağanağında. Tüm bunlar çok; çok keder vericiydi… Neden bilmiyorum, hayata katlanmak çok zordu ama veda etmek daha da zordu. Saçma ama işte böyleydi…

Bunların hepsi de anlaşılabilir şeylerdi… Ya da kabullenilmesi gereken şeyler… Öyle de yapardık zaten. Ama bir şeyi bilememek var ya; ya da emin olamamak… Vedalaşırken hayatla ya da her şeyle, birlikte susacağın, birlikte katlanacağın, beyaz aşkına sarılıp tutunmaya çalışacağın böyle birinin yanında olacağından emin olamamak… İşte bu,  en hüzün verici olandı…

O yüzden, Kraliçemiz’le her bir araya geldiğimizde doya doya yüzüne bakardım. Onu biriktirmek adına…

Çünkü bir gün; uzak olmayan o finalde, bu biriktirdiklerim o kadar gerekli olacaktı ki…


Fotoğraf: Ayhan Atacan

Önceki İçerikGülün Adı (The Name of the Rose)
Sonraki İçerik“Tanpınar Hikaye Yarışması” için son başvuru tarihi 10 Nisan

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz