“Ulysses” romanının çevirmeni Nevzat Erkmenle keyifli bir söyleşi yaptık.
Emre Karacaoğlu: Sayın Nevzat Erkmen, röportajı kabul ettiğiniz için çok teşekkür ederim. Hepimiz sizi James Joyce’un “Ulysses” romanının çevirmeni olarak tanıyoruz. Ama edebiyat âleminde, hakkınızdaki şehir efsaneleri hep duyulur: Edebiyat aşkınızdan dolayı ve “Ulysses”i çevirmek için bütün bir iş kariyerinizden vazgeçtiğiniz veya Amerika’da geçirdiğiniz yıllardan bahsedildiği sizin de kulağınıza gelmiştir.
Nevzat Erkmen: Ben vazgeçmedim yalnız; onu söyleyeyim. O bir büyüme sürecidir. Armut önce sert oluyor, sonra olgunlaşınca düşüyor. Yani “Ulysses” yüzünden kariyerimden vazgeçmişim gibi bir durum yok. Bunları ben yaşadım, evrildim diyebiliriz. Ama bu bana bir şeyi hatırlattı. Çok kısa anlatayım: Ben Amerika’daki New York Üniversitesi’nde yedi yıl boyunca pedagoji mastırı ve doktorası yaptım. Sonra Türkiye’ye geldim. “Ne yapacaksın pedagojiyi?” diye düşündüm. Daha, çok gençtim o zamanlar… İş hayatına atıldım. Beş Coca Cola fabrikası açtım. Amerika’dan gelen Coca Cola Export Corporation’ın ilk elemanıydım. Bu deneyimlerimden sonra Çukurova Holding beni aldı. Ve Schweppes’i yaptık. İzmir’de ve İstanbul’da iki Schweppes fabrikası açtık. Bu arada ben 49 yaşına gelmiştim… Yıl: 1980. Kenan Evren’in dönemiydi. Ve ben sık sık bir odaya çekilip, “Ben pedagoji mastırı ve doktorası yapmış bir kimseyim,” dedim. Ve ben bunu öylesine seçmemiştim; kendimi tanımak amacıyla seçmiştim. Böyle bir insanın gelip de şimdi çocuklara gazoz satması beni hem rahatsız ediyor, hem de güldürüyordu. Yani burada sana biraz yaklaşmış olabiliriz. Sonra, ben emekli oldum. Ve bu başarılarımdan dolayı çok genel müdürlük teklifi alıyordum. Fakat ben artık benimsediğim öğretileri, kendimi tanıma sürecinde konu alan bir meslek seçmek istedim. Yayıncılık bana uygun göründü. 24 yıl boyunca bir yayınevi işlettim.
E. K.: Oraya gelmeden önce, biraz eğitiminizden bahsetsek. Bildiğimiz kadarıyla İzmir’de doğdunuz. Daha sonra ortaokul ve liseye de orada devam ettiniz.
N. E.: Tabii, biz Asansör üstünde oturuyorduk. Ben oraya aşığım. Karşıyaka’da da oturduk ama çocukluğum asıl orada geçti. Ali Rıfat Paşa Caddesi’nde… Ve Asansör Üstü İlkokulu’na gidiyordum. Sonra Karataş Ortaokulu’na gittim. Deniz kenarında, eski bir Yunan binasıydı. Sonra, İnönü Lisesi’ne gittim. Bir bizim okulumuz vardı, bir de Atatürk Lisesi. Herkes bilirdi ki Atatürk Lisesi fenciler içindi; öbürkü de edebiyatçılar için. Ben bir edebiyatçıyım demiyorum ama. Daha kolay geldi bana. Ve İnönü Lisesi’ni bitirdim. Mezun olduktan sonra babam, “Nevzat, hangi okula gideceğine karar verdin mi?” dedi. Yani bana demokratik bir oy hakkı da verdi. Ben düşündüm, taşındım. “Yüksek ticarete gitmek istiyorum,” dedim. Hâlbuki kesinlikle gitmek istemiyordum.
E. K.: Neden öyle söylediniz o zaman?
N. E.: Çünkü o yıl İzmir’de hiçbir üniversite yoktu. Yani sadece sonraları İktisadi Bilimler Akademisi olan üç yıllık Yüksek Ticaret vardı. Yani üniversite muadiliydi o. Sonra da 1951’de askere gittim zaten. Yedek subaylığımı Tuzla’da yaptım. Tuzla o zamanlar piyade değildi, uçaksavardı. Bu arada şunu da ekleyeyim: Lise ve yüksekokul yıllarında altı yıl boyunca halk evlerinde, İngiliz Konsolosluğu’nda, Amerikan Konsolosluğu’nda boyuna İngilizce kurslarına gidiyordum.
E. K.: Dışarıda mı öğrendiniz aslında o zaman İngilizceyi?
N. E.: Yok, okulda İngilizce işliyorduk. Karşıyakalı bir İngilizce hocamız vardı. Ancak, konuşurken ondan bir telaffuz falan öğrenemezdiniz. Etrafa tükürük de saçardı, affedersin. Çok garip bir telaffuzu vardı. Ben bu dile meraklıydım. Ben şunu söyleyeyim mi: Sonunda “Ulysses”e çıkacak bu konuşmalar. Ben dile çok meraklıyım. Mesela, birisi bana soyadını söylüyor, kendisi de onun anlamını bilmiyor. Ben hemen eve koşup sözlükten anlamına bakardım. İngilizcem çok ilerledi. Yedek subaylığıma dönersek, altı ay eğitim ve altı ay da hizmet vardı. Ben kura çekmedim çünkü beni İngilizcemden dolayı Tuzla’da Uçaksavar Okulu’ndaki Amerikalı subay uzmanların tabye departmanındaki tercümanı olarak aldılar. İngilizcem onlarla da gelişti ve daha sonra terhis olunca Ankara’ya gittim. Ankara’da JUSMAT, Amerikan Yardım Heyeti vardı. Orada tekrar sınava girdim ve onlar beni doğruca sivil tercüman olarak Erzurum’a gönderdiler. İki yıl da orada kaldım. Erzurum’dan önce de İzmir’de oturduğum için İzmir’de NATO’ya müracaat etmiştim.
E. K.: Hangi pozisyon için? Görev neydi?
N. E.: Tercüman olarak başvurdum. Fakat tabii orada Türkler var, Amerikalılar var, askerler var, subaylar falan… Çok enteresan bir yerdi. Onlar bana dedi ki: “Çevirmen kadrosu dolu. Fakat seni burada stok müdürü vs. gibi görevlerde kullanabiliriz. Seni oraya verelim, sonra açıldığı zaman tekrar oraya geçersin,” dediler. Ben kabul ettim. Bir gün Erzurum’da NATO’dan haber geldi. İki yıl dolmak üzereydi. İstifa edip İzmir’e geldim. NATO’da başladım. Üç yıl da orada çalıştım. Bu arada Milli Eğitim Bakanlığı da bir sınav açmıştı. Ben onu kazandım. Hatırlıyorum… Yani mektubu gelince eve koştuğumu, annemi kucağıma aldığımı, döndüğümüzü… Ve sonra ben Amerika’ya gittim. Milli Eğitim Bakanlığı burs veriyordu. Pedagoji dalında mastır ve doktora yapacaktım.
E.K.: Hangi eyalette?
N.E.: New York.
E. K.: 1955’te Milli Eğitim Bakanlığı bursuyla New York’a gittiniz. Biraz o zamanlardan bahsedebilir miyiz? Mesela Amerika’da nelerle ilgilendiniz? Nelerle meşgul oldunuz? Eğitiminizin size katkısı ne oldu? Aldığınız pedagoji eğitimi sizde neyi değiştirdi? Onları merak ediyorum bir yandan da.
N. E.: Milli Eğitim Bakanlığı dedi ki, “Sen doktora yapacağın için sıkı bir İngilizce gerekir. İngilizceni ilerletmen için seni önce Queens College’a gönderelim.” Ben onlara dedim ki, “Benim İngilizcem çok iyi. Ben askerlik yaparken tabye departmanında tercümanlık yaptım.” Bir de İzmir’de Yüksek Ticaret’teyken Amerikan filoları geliyordu. Amerikan filolarında bütün o subayları, erleri alıp grup halinde Kuşadası’na, Bodrum’a, Çeşme’ye, Efes’e götürüyorduk. Orada onlara rehberlik yapıyordum.
E. K.: Hep Amerikalılarla iç içeymişsiniz galiba?
N. E.: Evet. “Bütün bu birikimler benim doktora yapmama yeter,” dedim. “Yok, gitsen daha iyi olur,” dediler. Sonra ben de daha iyi olacağını düşündüm. Amerika’ya kapağı atmayı her zaman istemişimdir. Bu benim olayımı uzatır. Çünkü onlar bana iki yıl falan Amerika’da kalacaksın diyorlardı. Dil eğitimi de girince üç yıl oldu. Ben Queens College’a gittim; tesadüfe bak: Orada Erol Akçal da – Celal Bayar zamanında babası milletvekiliydi- Türk Konsolosluğu’nda görevliydi. Ben onla tanıştım. O dedi ki, “Ben de bir ev arıyorum.” Gittik, Queens College’a yakın, Flushing’de bir ev tuttuk. Bu ev İrlandalı bir kadının eviydi. Çok iyi bir kadındı. Birer odamız vardı orada. Sabahları kahvaltıyı birlikte yapıyorduk. Herkes kendi odasına çekiliyordu. Ondan sonra, şunu anlatmam lazım: Ben gittim; orada, okulda çok güzel günler geçirdim. Çünkü oraya bütün dünya geliyordu. Türkler var, öğrenci olarak, Venezuella’dan, İspanya’dan… Her yerden öğrenciler var. Ve biz onlarla çok güzel ilişkiler kuruyorduk. Fakat ben Milli Eğitim Bakanlığı’ndan iyi bir para alıyordum. Her ay çekim geliyordu. Ben bir takım kız arkadaşlar edindim. Onlarla bir yere gitmem lazım. Mesela bir konsere… Bir restorana… Tabii herhangi bir hamburgerciye değil. Carnegie Hall’un yanındaki Fransız restoranına gidiyorduk. O kızlar da benim kültür ocağım oldular. Yani hakikaten ben, Fransız restoranına gitsem ne yiyeceğim? Bütün bunları öğrendim. Fakat para yetmiyordu; onun için ben gittim, okul yakınındaki bir İtalyan pizzası lokantası vardı. Orada çalıştım. Amerika’daki eğitimlerde güzel bir yön var. Sen pedagoji dersleri alırken, onunla yakından ya da uzaktan ilgili, senin ilgi duyduğun alanlara da girebiliyorsun. Kendimi keşfetmek için orada ben, örneğin, pedagoji mastırı ve doktorası derslerine ilaveten çocuk psikolojisi, psikolojik hastalıklar, nevrozlar, cinsel eğitim gibi dersler aldım. Çünkü hepsi beni ilgilendiriyordu. Benim çocukluğumda olan olayların açıklanması, gençliğimde olan olayların açıklanması… Ama ben esas kendimi bulma yolculuğuna, tinsel-tensel yolculuğa çıktım ya… Orada -kısaca şimdi anlatıvereyim, gerekirse dalarız onlara- yogadan sonra Zen öğretisi… Çağımızın en son ve en etkili terapi yöntemi olan Gestalt terapisi… Ve eski Meksika şamanlarının sonuncusu, Toltek şamanı Don Juan’ın öğretisini Carlos Castenada’ya aktaran, Carlos Castenada’nın yazdığı, benim de hepsini yayımladığım o kitaplardaki öğretilerle ben ancak bütünleşebildim. MEB bana üç yıl müsaade verdi… Master yapacaktım sadece. Ben bir profesörüme gittim, dedim ki: “Ben doktora yapmak istiyorum.” O da, “Buyrun, yapın,” dedi. Ama Milli Eğitim Bakanlığı’nın müsaade etmesi lazım çünkü para ödeyecek bana. Kaç yıl daha para ödeyecek? Üç yıl ödedi, dört yıl daha ödeyecek. Ondan sonra, o bir mektup yazdı Milli Eğitim Bakanlığı’na. Ben gönderdim. Kabul ettiler. Ve ben dört yıl daha kaldım.
E. K.: O dört yılda neler yapıldı?
N. E.: Evimin bitişiğine üç tane İrlandalı kadın geldi. Kiraladılar orayı.
E. K.: Öğrenciler mi?
N. E.: Yok, çalışıyorlar. Çok iyi işlerde çalışıyorlar ve iyi paralar alıyorlar. Ve ben onlardan biriyle arkadaş oldum. Sık sık bana geliyordu, ona piyano çalıyordum. Ondan sonra, ben evlenmeye karar verdim.
E. K.: Bu İrlandalı hanımla…
N.E: Bu İrlandalı hanımla. Evet, bir kilisede evlendik. Kilisede org çalıyordu. Benim Türk arkadaşlarım oradaydı. Evlendik. Aradan iki yıl geçti; benim dönme zamanım geldi. “Ulysses”i de bana o verdi. Okumaya çalıştık, bir türlü anlayamadık ne olduğunu…
E. K.: İlk elinize geldiği zaman İrlandalı hanım da anlayamadı ne olduğunu…
N. E. Din kitabı mı? Askerlik kitabı mı? Bar kitabı mı? Genelev kitabı mı? Ama daha sonra kendisiyle ayrıldık.
E. K.: 1962 yılında İstanbul’a döndük galiba anladığım kadarıyla.
N. E.: Evet Nisan’da.
E. K.: Eğitiminiz bitti.
N. E.: Evet şimdi çok hoş şeyler oldu. Türkiye’ye dönünce Ankara’ya gittim. Milli Eğitim Bakanlığı’nda dediler ki, “Türkiye’de şu anda sizin oradaki eğitiminizle ilişkili bir çalışma yeri yok. Onun için sizi geçici olarak Adapazarı Ticaret Lisesi’ne meslek bilgisi öğretmeni olarak atayacağız.” Bir süre çalıştıktan sonra nihayet Milli Eğitim Bakanlığı’na ben müracaat ettim; istifa ettiğimi bildirdim. Onlar da “Seni mahkemeye veririz,” dediler. Mahkemeye çıktık. Ben hakime dedim ki, “Ben bu mecburi hizmetimi ödeyeyim taksitle.” Onu da kabul ettiler. Sonra Coca Cola’ya girdim. Coca Cola da beni yine Amerika’ya gönderdi. Önce “field man” olarak almışlardı, yani en düşük seviye, ama başka kimse yoktu ki! Her şeyi bana öğretiyorlardı. Ondan sonra ben Amerika’ya gittim. Beni eğittiler. Atlanta, Expo Kanada, Teksas, vs. derken de döndüm.
E. K.: Coca Cola’daki çalışma süreniz ne kadardı?
N. E.: 7 yıl; yani 1970’e kadar sürdü. Beş Coca Cola fabrikası açtık. Coca Cola’dan sonra Turyağ’a gittim.
E. K.: İzmir yılları başladı yeniden sanırım?
N. E.: İzmir’de dört yıl kaldık. Ondan sonra Özer Çiller’le Schweppes’in Türkiye haklarını almaya İngiltere’ye gittik. Aldık, Türkiye’ye geldik ve İzmir’e döndük. İzmir’deki eski Pepsi Cola fabrikasını ihaleyle aldık. Teşkilatımı kurdum.
E. K.: Galiba oraya da genel müdür oldunuz; öyle biliyorum.
N. E.: Evet.
E. K.: Kaç sene o pozisyonda bulundunuz?
N. E.: Altı sene.
E. K.: Tabii burada 49-50 yaşlarınıza filan geliyorsunuz herhalde.
N. E.: 49 yaşımda ben emekliliğimi istedim. Ve şunu muhakkak eklemeliyim. Coca Cola’nın ve Schweppes’in başarıları Türkiye’de o kadar benimsendi ki birçok firma bana çok büyük paralar vererek genel müdürlük önerdiler. Yeni ürünler için…
E. K.: Ama artık istemiyordunuz galiba?
N. E.: Ben doymuştum. Yani paraya değil de, o tür çalışmalara doymuştum. Şimdi ben artık o öğretileri paylaşma yolları arıyordum. Ertesi hafta kendimi Cumhuriyet gazetesinde buldum.
E. K.: O nasıl oldu?
N. E.: Tan Oral ve bir-iki kişi Cumartesi sabahları bir sayfa hazırlıyorlardı. Bunlardan biri nötron bombasıyla ilgili bir şiir yazmış, Türkçe. Diyordu ki sonunda, “Birisi de çıksa bunu İngilizceye çevirse… Yabancılara da tanıtsak okutsak.” Tabii Nev ne yapıyor? Oturuyor, çeviriyor. Ve onu gönderdim. Yani aslında bir projem veya başka bir şeyim yok. Bir amacım yok yani ben oraya gideyim de orada çalışayım diye, kesinlikle aklıma bile gelmiyor. Ha şimdi ben onu gönderdim, bir baktım bir telefon geldi bana: “Buyrun görüşelim,” diye. Tan Oral, Okay Gönensin ve Hasan Cemal beni çağırdılar. “Sen buraya gel; yani maaşlı filan değil de… Yazılar yaz, oyunlar yap. Daha sonra ben Cumhuriyet’te çalışırken Hürriyet gazetesinden Çetin Emeç çağırdı beni. Dedi ki, “Hürriyet’te ‘Bil Bul’ başladı; bulmacaları yapar mısın?” Oraya da oyunlar hazırlamaya başladım.
E. K.: Zeka oyunları.
N. E.: Zeka oyunları. Ve bu arada Amerika’da 1992’de Dünya Zeka Oyunları Federasyonu kuruldu. Onlar da her ülkeden bir temsilci arıyorlarmış. Hürriyet’e yazmışlar “birini önerin” diye, tabii onlar da beni önerdiler. Ben Türkiye Zeka Oyunları Kulubü’nü kurdum. Dört kişi seçmemi ve oraya götürmemi istediler. Ben sponsorları ayarladım ve 2004’e kadar her yıl Almanya, Hırvatistan, Macaristan gibi birçok ülkede yarışmalara gittik.
E. K.: O takımın kaptanlığını yapıyordunuz anladığım kadarıyla.
N. E.: Yetiştiriyordum, yönetiyordum. Bu esnada da yayınevimi kurdum.
E. K.: Yayınevinde kitaplar yayımlanıyor, yaptığınız çeviriler yayımlanıyor… Bu süreçte “Ulysses” hangi noktada hayatınıza girdi?
N. E.: “Ulysses”ten önce çok çevirim oldu. Gestalt terapisine dair eserler, Kerouac’ın “Zen Kaçıkları”… Beat Kuşağı ile ilgili eserler dışında ayrıca bir de Zen konusunda bir takım kitaplar çevirdim. “Zen’in Eti, Zen’in Kemiği”… Carlos Castaneda’nın on iki kitabı dahil olmak üzere. Ve bu arada tabii “Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi”ni okuduk gazetelerde.
E. K.: Bir yarışma düzenliyorlardı galiba?
N. E.: Pek çok ünlü yazarın eserleriyle ilgili bir çeviri yarışmasıydı. Goethe ve Shakespeare’den James Joyce’a kadar. Ben çok sevindim çünkü zaten zaman zaman belli bağlamlarda “Ulysses”ten çevirilerden yapıyordum. Bu benim kaçırmamam gereken bir fırsattı. Ve derhal daha önceden çevirmiş olduğum o parçalardan on beş sayfa derleyip gönderdim. Ve neticede de kazandım.
E. K.: Anladığım kadarıyla on-on beş kişi arasından seçildiniz?
N. E.: Evet, o da beni çok sevindiren bir başka şey. Türkiye’de herkesin “okunmaz” dediği bu eseri çevirmek için uğraşan 15 kişinin olduğunu söylediler.
E. K.: Kitap şu anda on üçüncü baskısını yaptı. Aslında 20000-25000 kişi de satın almış bu kitabı Türkiye’de.
N. E.: Biraz da geçiyor galiba çünkü 5000-5500 falan basıyorlardı. Çeviriyi teslim ettikten sonraki sekiz yıl boyunca, Japonya’dan tutun da Amerika’ya, Almanya’ya, İtalya’ya kadar her ülkede olduğu gibi, Ulysses’in paralel kitapları oluyor; okurken sorularınızı yanıtlayacak kaynaklar var. Ben de bir tane hazırladım. Ama size söylemiştim; üç-dört cilt falan olacaktı ama yayınevi pazarlama açısından bunu uygun görmedi.
E. K.: “Ulysses Sözlüğü”.
N. E.: Evet. Üç-dört cilt olacaktı, çünkü daha anlaşılmayan pek çok yerler var. Ya da bir şeyi anlatırken onu çok kısa veya daha kapsamlı anlatabilirsiniz.
E. K.: Çünkü Joyce’un bazı göndermelerinin arkasında hikayeler var, fıkralar var, çok komik bağlantılar var.
N. E.: Tabii tabii, neler var neler…
E. K.: Daha sonra neler oldu? Çeviri yayımlandıktan sonra bir Dublin’e gitme hikâyeniz var galiba?
N. E.: Evet tabii. Burada çok önem verdiğim bir olay var. İrlanda cumhurbaşkanı Mary Robbinson bana bir mektup göndermiş. Kutluyor “Ulysses”i çevirdiğim için. Bunun üzerine ben de ona kitaplardan gönderdim ve “Finnegans Wake”i çevirmekte olduğumu söyledim. Bu arada James Joyce Society beni İrlanda’ya davet etti bir Blooms Day için… 1988 galiba…
E. K.: 16 Haziran 1988… Seksen dördüncüsüne çağırmışlar galiba… Nasıl bir seyahatti? Orada neler oldu? Kitabın geçtiği yerleri gördünüz tabii…
N. E.: Tabii ben çok merak ediyordum kitaptaki yerleri. Sırayla bütün yerlere gittim. Bir kulede başlıyor kitap; orayla başladım. Sonra Tay Mum’un sahibi baldızımın yaptığı bir şey vardı: kitap şeklinde bir mum. Yani “Ulysses”in bire bir mumu. Birkaç tane yapmıştı ondan, birini kuleye bıraktım, kulenin müzesine.
E. K.: Hâlâ sergileniyor sanırım orada?
N. E.: Evet, bir tanesini de orada beni karşılayan ve orada kaldığım sürece bana harika zamanlar yaşatan Türkiye büyükelçisi Murat Ersavcı ve eşi Zeynep Ersavcı’ya verdim. Orada çok iyi zamanlar geçirdim.
E. K.: Nevzat Bey, çeviri tam olarak kaç yıl sürdü?
N. E.: Vallahi benim buradaki sanat yaratma olayım %5 dersek, bunun %95’i çalışma ve araştırma. Küçücük bir örnek vereyim: Romanda rahip gidiyor, bilmem ne çanağını çıkarıyor bir törende… Ben ona “çanak” desem ya da “kap” desem, hiçbir ruh da çıkıp, “İşte bunu demeliydi,” demez. Olduğu gibi kabul eder. Fakat ben başkalarıyla değil kendimle yarışıyorum, kendimi hakem olarak belirlemişim. Karşımda Fransızcası, İtalyancası, Almancası ve bir de İngilizcesi var. Her birinin kurslarına gitmişim, şunu yapmışım bunu yapmışım… Hatta ben İtalyanca kitap çevirdim. Bunlar ne demiş, ben ne anlamışım okuduğum satırdan veya tümceden? Ve bunu nasıl çevirmişim? Şöyle yapıyordum yani, bu biraz komik olsa da, öyleydi. Bir İrlandalı kültürlü adam bunu okuyunca, yüzünde nasıl bir acımsama ya da sevinç işareti belirir? Bir Türk’te ne belirir? Bunu, kendimi de örnek alarak ya da başkalarını düşünerek bu ikisini karşılaştırıyordum.
E. K.: Çok güzel, zaten okuyucu olarak da şunun farkındayız: Siz sadece Türkçeye çevirmemişsiniz, Türkçeleştirmişsiniz.
N. E.: Orhan Pamuk’la Vivet Kanetti de öyle söylüyor.
E. K.: Neler söylemişlerdi?
N. E.: Bir kere en başta benim hoşuma giden şunu söylemişlerdi: “Mr. Bloom’la Nevzat Erkmen ruh kardeşleridir.” Bunu bu şekilde ifade etmişler ama ben gerçekten kendimi onunla özdeşleştirmiştim. Özdeşleştiriyorum ama bunun farkındayım. Yani ben kendimi biliyorum. Orada büyük bir benzerlik, kaynaşma, kucaklaşma oluyor. Ama ben kendimi Mr. Bloom zannetmiyorum; hiçbir kimse de zannetmiyorum. Eskiden zannederdim.
E. K.: Nevzat Bey anladığım kadarıyla sizin için Ulysses çevirisi kişisel bir meydan okuma olmuş, yani öyle değerlendiriyorum. Kitabı okumak zaten bazı edebiyatçılar şeye benzetiyorlar, Everest Dağı’na çıkmak gibi. Herkes çıkamaz, korkar, yapmaz etmez diyorlar.
N. E.: Tabii, Murat Belge de oradaymış yani, bu olay çevrilemez diyormuş. Bir yazısında. Fakat gene de demiş birisi çıkar bilmemne bilmemne. Ben de ona cevap verdim. Japonlar çevirmiş, Almanlar… 30-40 dile çevrilmiş, bahsetmiş miydim bilmiyorum, iki taneyse birini atarsınız, ben her zaman söylüyorum, kendini aramaya çalışan bir insanım. Ve yolda bunları buldum. Yani ben çeviri okuluna falan gitmedim, gitmek de istemiyorum. Ama çeviri kitapları okumuyor muyum, ilgimi çekerse okuyorum. Ama şimdi ben Ulysses’i çevirmeden evvel, ya da Castaneda’ları bilmemneleri çevirmeden evvel, ben dile çok meraklıyım ama özellikle Türkçeye ve tabii ki İngilizceye, ben bir çeviri uzmanı olarak hayatım boyunca aklımın ucundan da geçmedi. Ve bu arada kaçırmadan onu da söyleyivereyim, bak sen dedin ki, bu bir Türkçeye çevirme olayı değil, bu bir Everest Dağı bilmemne, şimdi bak Boğaziçi Üniversitesi’nde bir gün ben bu çeviriyi daha tamamlanmadan önce Ulysses’i ödev olarak vermişler. Daha sonra kendisi bir yazar olan Ayşenur Güvenir, İzmirli bir hanımefendi, beni aradı. Ve beni ziyaret etti. Onunla konuştuk monuştuk, o bir yazı yazdı bununla ilgili. Ve ben de onun bir cümlesini burada yazıyorum kitaba girerken. Sen okusana…
E. K.: Olay İngilizce yazılmış bir yapıtı Türkçeye çevirmek değil, Ulysses’çeyi Türkçeye çevirmek.
N. E.: Ha yani şimdi ben Ulysses’çe diye bir dil keşfettim orada, ben keşfetmedim orada var, ben onu Türkçeye çevirme telaşıyla değil de, oradaki havayı buraya aktarmak istedim. O kadın en iyisini söylemiş, Ulysses’çe demiş… Şimdi de inşallah Finnegan’s Wake’çe…
E. K.: Şunu soracağım Nevzat Bey şimdi Ulysses’te bilinç akışından falan bahsediyor James Joyce, bir insanın aklından geçenler üzerinden gidiyor. Finnegan’s Wake, duyduğumuz kadarıyla, ben daha okumadım o eseri, sizin çevirinizi bekliyoruz artık inşallah, çok daha zor, çok daha karmaşık olduğu söyleniyor, yani hatta bazı yorumlarda şey deniyor “Bir insanın rüyasında, uykusunda hissettiği, gördüğü düşünceleri…”
N. E.: Aynen öyle, ben onu biraz daha beterleştirdim, bir ölüm dili, tamam mı?
E. K.: Biraz bahsedebilir miyim, Finnegan’s Wake’in çevirisi ne kadar zamandır devam ediyor, nasıl zorluklarla karşılaştınız?
N. E.: 15 yıldır uğraşıyorum. Ama bazen bir ay dokunmuyorum, bilmemne, ben kendime, kendi yaşamımın bir ürünü, bir hedefi olarak onu çevirmek için Karaburun’u hedef seçtim. Orada radika tarlaları, zeytinlikler ve denizin kıyısında, kulübe, villa veya bir dairede…
E. K.: Orada çeviriyi bitireceğim diyorsunuz.
N. E.: Bıktırdım herhalde sizi… Orada bunu yapmayı düşünüyorum. Zaman zaman bununla ilgili yazılmış çok çok değerli eserler var. Didaktik olarak neyi anlattığını anlatıyor falan, onları okuyorum, bazen denemeler yapıyorum falan. İşte orada hepsini bir sentezini yapacağım inşallah.
E. K.: İnşallah
N. E.: Ve şimdi Carlos Castaneda’nın öğretmeni Don Juan’ın, Meksika şamanlarının sonuncusu, bir kavramı var. Yaşamımın son dansı, onu öğretiyor şeye, Carlos Castaneda’ya. Ben bunu çok benimsedim. Ben bu olaya yaşamımın son dansı olarak bakıyorum. Fakat şunu düzeltmek isterim, 15 yaşındaki bir çocuğun da yaptığı bir şeye kendini vermesi, yaşamının son dansı gibi onu üretmesidir, yani yaşla ilişkisi yok. Yani ben şimdi bu yaşta bunu söyleyince, işte adam ölmeden önce bunu.. e herkes yapıyor ölmeden önce bir şeyler değil mi? Onu biz bilmiyorum. Ama bana öyle de uyuyor biraz. Ve ben buna kendimi kaptırdım. Bütün olanaklarımı bu yöne doğru… İnşallah bu gerçekleşir.
E. K.: Şimdi bu arada Finnegan’s Wake’in çevirisinin yanında Ulysses ve Finnegan’s Wake’in çevirisi esnasında günceler var..
N. E.: Çeviri sürecinde…
E. K.: Evet, neler olduğunun hikâyesi var galiba?
N. E.: Güncelerini yazıyorum.
E. K.: Onu nasıl oluşturuyorsunuz?
E. K.: Çevirilerin güncelerinden bahsediyorduk…
N. E.: Ha ben bu şeyi, Genel Müdür Sözlüğü’nü yazdım,
E. K.: Daha hayat hikâyesi tarzı bir şey mi olacak acaba?
N. E.: Öykü, masal, anı ve tuhaf şeyler. Aklıma ne gelirse yazıyorum, çok tuhaf şeyler var hakikaten. Ama yani ben onu deneyimledim, yaşadım ve oraya koyuyorum.
E. K.: Acaba Nevzat Bey yani, Ulysses tarzından etkilendiniz mi biraz yani?
N. E.: Yok Ulysses yoktu ki ortada ben ona başladığım sırada
E. K.: Yoktu doğru…
N. E.: Yalnız işte bak, lütfen bir çevirmen ve edebiyatçı nazarıyla bakmayın, o zaman onlara götürür sizi. Ben karım bana onu verdi diye ben onu çevirdim ya. Ben durup durup e niye başka bir şey çevirmiyorum? Daha kolay şeyler böyle… Ya da birçok şeyleri de aslında çevirdim, Castanedaları, Gestaltları, neden? Çünkü ben oradaki bilgilerle kendimi tanımak ve daha sonra yayınevinde onları basarak birçok insanları onlardan yararlanmasını hedef almıştım. Böyle bir gaye var. Şimdi Ulysses, Kazım Taşkent ortaya çıkınca, zaten kısmen bazı yerleri Gerty Merty çevirmişim, şimdi oturdum (7.07’de arkada gözükmekteyim, orayı atmak lazım.) soru şeydi galiba, ne kadar zaman sürdü, ben 5-6 yıl istedim, onlar o kadar unutulur gider dediler ve ben bunu 3 yılda çevirdim. 18 bölümdür, her 6 ayda bir 3 bölümünü götürüyordum 15.000$ veriyorlardı bana telif hakkı olarak değil de, bunu çevirmek için, sonra tabii basılınca telif hakkı olarak da aldım ve %15 aldım. Genellikle %8-10 filan verirler,
E. K.: Gayet iyi bir rakam
N. E.: Her defasında bu basılınca ben paraları alıp, Yapı Kredi’ye yatırıyorum ve o evin her türlü işte internet telefon bilmemne otomatik ödemelere giriyor, ben aylarca hiç şey düşünmüyorum o para bitene kadar.
E. K.: İnşallah yeni kitaplarla da Karaburun hayalinin gerçekleşmesi için bir fon…
N. E.: İnşallah uğraşıyorum yani.
106
(1.30 dakika kitabın son sayfasının okunması.)
E. K.: Nevzat Bey size son sorumu sormak istiyorum. Şimdi bu soruyla aslında biraz…
N. E.: Başlıyor muyuz?
E. K.: Tabii tabii. Son sorum aslında biraz zor bir soru, yani bir kişiye sorduğunuz zaman, bir anda nasıl cevap vereceğini bilemeyebilir yani. Ben şunu merak ediyorum, bir gün bir Nevzat Erkmen müzesi olsa, İstanbul’da veya İzmir’de
N. E.: Tabii ki İzmir’de
E. K.: İzmir’de olsun tabii ki
N. E.: Yani olsun demiyorum ama olursa orda olsun… E bir tane de burada olsun. Bir de New York da bak.
E. K.: New York’ta
N. E.: Evet NYU’nun yanında.
E. K.: Hayatınızdaki 3 tane sizi etkileyen şey düşünün, yani 3 şey o müzede yer olacak olan. Neler olmasını isterdiniz?
N. E.: Allah Allah bana torpil mi yapıyorsun?!
E. K.: Kişisel bir cevap, bir tanesi bu olsun
N. E.: Hayır yani gözümün önünde duruyor, tabii ki bunu diyeceğim değil mi? Bir de ne diyeceğim, 2 saattir onu konuşuyoruz, Finnegan’s Wake olsun.
E. K.: Finnegan’s Wake olsun.
N. E.: 90. Yaşımdan sonra falan bitmiş olur herhalde.
E. K.: 3. Şey için ne diyorsunuz?
N. E.: O da a bak şu olsun, ben kızımdan esinlendim şimdi, bu Zen’den falan bahsediyoruz ya, Zen oturuşu diye bir şey vardır beynini kapatarak yapmama denen bir şey var, not doing, böyle oturuyorsun. Birdenbire bakıyorsun ki yani, bilmem boynunu kasmışın, o rahatlıyor, daha dolu dolu soluk alıp veriyorsun filan ve bir bakıyorsun ki sonunda çenen falan sarkmış. Kızım Cana bunu görünce bana 12 yaşlarındayken, onları böyle kendilerini tanımaya ve gevşemeyi öğretmeye çalışıyordum, Baba dedi, yani böyle aptal gibi mi olacağız dedi. Ve bu bana başka bir esinleme getirdi. Ben bu abdallar, orada harika bir kültür var. Ve ben de onun çok çok etkisindeyim, etkisinde kaldım. Yani Mevlana’nın epey etkisinde kalmışımdır ama babam Konyalı olmasına rağmen ben orayı seçiyorum.
E. K.: Mesela müzenin önünde bir heykel olarak…?
N. E.: Müzenin önünde de olabilir, ben içeride düşünmüştüm,
E. K.: İçeride düşünmüştünüz…
N. E.: E siz 3 dediniz ben de müzenin önünde, bu bizim abdalvari Zen ustası, evet yani…
E. K.: Sizin o pozunuz yani…
N. E.: Valla bilmiyorum, Derimod, pardon onu kesebilirsiniz. O halini, ben Zen ustasının o halini isterim.
E. K.: Harika, 3 nesneyi de bulmuş oluyoruz böylece. Çok teşekkürler, çok sağ olun çok keyifli bir sohbet oldu.