Türk edebiyatının yarım asırlık çınarı, özgün ismi Adnan Özyalçıner’in “Panayır” adlı ilk öykü kitabı, “Elli Kuşağının İlk Kitapları 50 Yaşında” projesi çerçevesinde Evrensel Basım tarafından yeniden yayımlandı. Her biri farklı seslerden oluşan ancak bir uyum içerisinde şarkı söylemeye devam eden çok sesli bir koroydu 1950 Kuşağı. Bu koronun özgün seslerinden biri olan Özyalçıner, tükenmeyen bir panayırın orta yerinde hayat akıp giderken “Panayır”ın yeni basımıyla bir kez daha okurlarının karşısında. “Panayır” devam ediyor; günümüz insanının bütün umutları ve umutsuzluklarıyla…
Sanatsal özgürlük adına kalıpçı sanat görüşlerine ve toplumsal özgürlükler için yerleşik düzene karşı savaş açmış bir kuşağın yazarı olan Adnan Özyalçıner, 1959-1960’ın en çalkantılı ve bunalımlı günlerinde yayımlamıştı “Panayır”ı ilk kez. Bin bir türlü güçlük içerisinde… Polisle köşe kapmaca oynanıyor, tanklar ve ölüm sokaklarda kol geziyordu o vakitler. Ve tutuklamalar, işkenceler… Böyle bir ortamda “Panayır”ın dağıtımı askıya alınmıştı elbet. 27 Mayıs’ın ertesinde gerçekleşmişti dağıtım. Kalan kitaplar da eşe dosta dağıtılmıştı. O gün bugündür “Panayır” sürüyor…
SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
Elif Şahin Hamidi: Türk edebiyat tarihi açısından büyük önem arz eden 1950 Kuşağı yazarlarından birisiniz; herhangi bir akımın içinde konumlandırılması pek mümkün olmayan bu kuşak, nasıl bir edebiyat kuşağıydı, anlatır mısınız bize?
Adnan Özyalçıner: 1950 Kuşağı yazarları, bir edebiyat akımına bağlı olmamakla birlikte gerçeği ele alışlarındaki tutumlarıyla ortak bir paydada birleşmişlerdi. Amaç gerçeği, bir anlamda gerçekçiliği basmakalıpçı bir anlatım biçiminden kurtarmak, boyutlandırmak, dış gerçeklikle iç gerçekliği kaynaştıran bir anlatıma ulaşmaktı. 1950 Kuşağı’nı birleştiren diğer bir öğe de başkaldırıcı oluşlarıydı. Dönemin siyasal iktidarına “Üniversite Gençlik Hareketi” içinde başkaldırdıkları gibi edebiyatın iktidarına da karşı çıkmışlardı.
Elif Şahin Hamidi: Bu kuşağın Türk edebiyatı üzerindeki izdüşümleri nelerdir; edebiyatımıza ne gibi kazanımlar getirmiş, nasıl bir renk katmıştır?
Adnan Özyalçıner: En önemlisi yaşanan gerçekleri, öykü gerçeği içinde kurgulamakla işe başlamamızdı. Bu alanda gerçeği, gerçeklikleri daha gerçek kılma yolunda gerçeküstücü öğelerden de yararlanıldı. Gerçeküstücü anlatımdan, varoluşçu düşüncelerden yararlanma, insanı ve olayları daha canlı, daha derinlikli kılıyordu. Öykülere, metaforlara dayanan dışavurumcu, izlenimci bir anlatım egemendi. Betimlemelerle, benzetmelerle bezeli “imaginer” bir yol izlenmişti. Dilde yalınlık, Türkçecilik esas alınmakla birlikte, asıl söz diziminde değişikliklere dayalı bir anlatım biçimi yeğlendi. 1950 Kuşağı’nın özgünlüğü bunlardan kaynaklanmıştır.
Elif Şahin Hamidi: İlk olarak 1960 yılında yayınlanan “Panayır” adlı ilk öykü kitabınız, 1950 Kuşağı’nın 50’nci yılı nedeniyle Evrensel Basım tarafından tekrar basıldı. 28 Nisan 1960 günü “Panayır”ın dağıtımını yapacaktınız ki Beyazıt’ta ortalık savaş alanına dönmüştü ve giderek tırmanan olaylar 27 Mayıs sabahına kadar sürecekti. Dağıtım, darbe sonrasına kalmıştı… O günden bu yana süren “Panayır”ı anlatır mısınız?
Adnan Özyalçıner: Hangi birini anlatayım?.. 12 Mart Muhtırası’nın yazarlarla aydınlara çektirdiklerini mi, 1980 Darbesi’nin yazarlarla aydınlara baskılarının yanı sıra kültür ve sanatı yok etmeye kalkışını mı? Ülkeyi insan hak ve özgürlüklerinden yoksun bıraktığı gibi anadillerini, özgürce düşünüp anlatmasını da yasakladığını mı? İnsanların yaşama hakkını elinden alışını mı? Bütün bu baskı, işkence, hapis ve öldürümler karşısında yazarlarla aydınlar susmadı, susturulamadı. 1950 Kuşağı’nın birçok yazarının bir araya geldiği “a Dergisi” Demokrat Parti diktasına bir kültürel karşı koyma amacıyla çıkarılmıştı. 27 Mayıs 1960 askeri dönüşümüyle dergi, “Özgürlük Armağanı” adıyla özel sayı olarak basılıp yayınına son verdi. Ne yazık ki özlediğimiz özgürlük günleri uzun sürmedi. 12 Mart 1971 Muhtırası ile yeni bir altüst oluş yaşandı ülkede. Panayır sürüyordu. “a Dergisi” yazarları 1972’nin başında yeniden bir araya geldi. Karar; baskılara, işkencelere, öldürümlere karşı a’yı yeniden çıkarmaktı. Nisan 1972’de “Yeni a Dergisi”nin ilk sayısı yayımlandı. “Yeniden Çıkarken” başlıklı yazıda şöyle deniyordu: “a Dergisi ilk yayımlanışında olduğu gibi sanat ve kültür ortamımızın bunalımla karşı karşıya bulunduğu günlerde yayımlanıyor yeniden (…) Amacımız uzun sürede değişen sorunlarımıza çözümler getirmek, geniş etkileriyle karşı karşıya bulunduğumuz burjuva Batı kültürüyle hesaplaşmak, geleneksel ve aktüel sanatımızın köklü eleştirisini gerçekleştirmek ve bütün bu çalışmaları yaparken halkımızın mücadelesiyle dayanışma sağlamak, sınıfsal kökenleri sağlam bir kültürün ve sanatın oluşmasında katkıda bulunmak, kısa sürede ise bu hedeflere ulaşılmasını engelleyen somut koşullara karşı kesin bir tavır almaktır.” Dergi, sıkıyönetim dönemindeki bütün badireleri atlatarak Haziran 1974’te 27’nci sayısına ulaştı. Dönem, demokrasi varsayılan bir dönemdi. Ecevit hükümeti baştaydı. Ne yazık ki dergi bu dönemde toplatıldı. Adnan Özyalçıner, “Sabah Ajansı” yazısında Deniz Gezmişleri anmaktan “suçu övmek” maddesiyle yargılandı. Toplatıldıktan sonra yayımına uzun süre ara veren dergi, yeniden yayınlanamadı. Panayır sürüyordu. “a Dergisi” yazarları başka dergilerdeki yazılar, yeni öykü kitaplarıyla sosyopolitik savaşımlarını, edebiyat atılımlarını ara vermeden sürdürdüler. 12 Eylül 1980 Darbesi, aynı yazarları öteki ilerici yazarlarla birlikte YAZKO çatısı altında bir araya getirdi. İlk sayısı Kasım 1980’de yayımlanan YAZKO Edebiyat Dergisi’yle kültürel karşı koyuş bir daha gündeme geldi. Böylece “Panayır” sürüyor, sürdürülüyordu. Bu bir “Tükenmeyen Panayır”dı. Çünkü kitaba adını veren “Panayır” öyküsü çağımızı, çağımızda insanın içinde bulunduğu çıkmazları betimler. Bir panayırı, panayırdaki insanları anlatan öykü, gerçekte yaşadığımız dünyayı anlatmaktadır; bütün umutları, umutsuzluklarıyla. Bundan da geçmişten günümüze insanın yaşam serüveni ortaya çıkar.
Elif Şahin Hamidi: Doğan Hızlan “Panayır”ın ön sözünde, “Solistlerden oluşan bir koro” olarak tanımlıyor 1950 Kuşağı’nı, çok sesli bir koro. Bu kuşağı diğerlerinden farklı kılan en önemli ve belirgin özellikler nelerdir? Kimler, neler yaptı bu çok sesli koroda?
Adnan Özyalçıner: Öykülerimizde Türkçenin tadını, şiirselliğini duyurmadaki özelliklerimizin yanı sıra tekdüzelikten uzak, derinlikli bir anlatımı yaratan düşsel, düşünsel, masalsı bir havanın varlığı bizi öteki gerçekçi yazarlardan ayıran başlıca özelliklerimizden sayılmalıdır. 1950 Kuşağı, sanatsal özgürlükler için kalıpçı sanat görüşlerine karşı çıkarak kişiliklerini geliştirmeye çalışırken toplumsal özgürlükler konusunda da yerleşik düzenle savaşım içindeydi. 1960 askeri dönüşümü, ülke gerçeklerinin eskisine göre daha belirgin biçimde su yüzüne çıkmasına neden oldu.1950 Kuşağı öykücüleri, bu dönemde yaşanan gerçekleri, öykü gerçekliğine dönüştürüp anlatım özelliklerini değiştirmeden Türkiye’nin gündemini öykülerinde yansıttılar. Ferit Edgü, yedek subay öğretmenlik yaptığı Doğu’dan “Kimse” ile “O” adındaki uzun öykülerini getirdi. Bu öyküler sonradan “Hakkari’de Bir Mevsim”i oluşturdu. Kürtlerin yaşamı, yaşadıkları, bir anlamda yaşayamadıkları daha sonra “Doğu Öyküleri”yle “Doğu Sesi”nde gündeme geldi. Ben, genelde İstanbul’u, İstanbul’un öteki yüzünü, orada yaşayan insanları yazdım. Çelişkileri, ilişkileriyle birlikte. İnsanlar kentle bir savaşım içindeydiler. Yöneten-yönetilen çelişkisini yaşayan insanlardı bunlar. Çoğunun okuma yazmaları yoktu ya da azdı ama hayalleri, düşleri, gelecek için düşünce ve umutları vardı. Sorunları görüyor, biliyor, aralarında eleştiriyorlardı da. Ama bütün bu yoksulluklarıyla yoksunluklarını dile getiremiyorlardı. Ben onların dili olmaya çalıştım öykülerinde. 1964’te yedek subay öğretmen olarak ilk kez gittiğim Anadolu’nun doğu kesiminde Kürtlerle yaşadım. Onlar da okuma yazma bilmiyorlardı. Onların da hayalleri, düşleri, gelecek için düşünce ve umutları vardı. Sorunları görüyor, biliyor, acı çekiyor, kent yoksullarıyla aynı yazgıyı paylaşıyorlardı. Onlar da bütün bunları dile getiremiyorlardı. Üstelik de iki kez dilsizdiler. Çünkü Türkçe bilmiyorlardı. Onların da sesini, çığlığını yansıtmaya çalıştım. “Yıkım Günleri” (Sağanak) adlı kitabımda onları öyküleştirdim; Türkiye’nin öteki yüzünü. “Gözleri Bağlı Adam”da 12 Mart Muhtırası’nın sonuçları, ABD üsleri konusu, Türkiye’nin politik ve siyasal gündemi öyküleşti. Erdal Öz, “Kanayan”da 1971 Muhtırası’nın aydınlarla yazarları hapishane gerçeğiyle (işkencelerle, baskılarla) karşılaştırışının öykülerini yazdı. Türkiye’de yaşanan gündemi daha sonra da sürdürerek “Cam Kırıkları”nda Güneydoğu’dan gelen bir komandonun içine düştüğü bunalımı öyküleştirdi. Orhan Duru, alaysılı anlatımını elden bırakmadan, her türlü güncel konuyu, yaşadıklarımızı, daha doğrusu yönetimlerin bize yaşattıklarını, özellikle “Yoksullar Geliyor”da Türkiye’nin iş ve işçi sorunlarını yansıttı. Demir Özlü, yedek subaylıktan çavuşa çıkarılarak gönderildiği Muş yöresinde askerliğini yaparken edindiği izlenimleri, 12 Eylül sonunda yurtdışında kalan aydınların, yazarların sürgünlük bunalımlarını kendi yaşadıklarından da yola çıkarak öyküleştirdi. Onat Kutlar, “İshak”ın dışında, 1980 askeri darbesi sonrasında yazdığı her biri birer öykü olan denemelerinde, “İshak”taki o büyülü ve gizemli anlatımını değiştirmeden “Bahar İsyancıdır” ile “Yeter ki Kararmasın” adlı kitaplarında yurt ve insan gerçeğini işleyerek siyasal gündemi yansıttı. Demirtaş Ceyhun’un öykülerindeki toplumsal çelişkiler, yaşanan gündemin yansımalarını taşır. “Eylül Hikâyeleri”, “Sansaryan Hanı” gibi kitaplarında siyasal, toplumsal ve politik gündemin izleri derin çizgiler halinde yer almıştır. Leyla Erbil’in “Eski Sevgili” kitabında 12 Mart Muhtırası’nın siyasal baskıları öyküleştirilmiştir. 1950 Kuşağı öykücülüğünün en önemli özelliklerinden biri yapılan soyutlamaların, eğretilemelere (metaforlara) dayanan bir anlatım içinde gerçeğe somutluk kazandırmasıdır. Metaforlara dayalı anlatım, masal ve söylencelerle gerçeğin derinlemesine ortaya konulmasını sağlar. Metaforla anlatım kimi kez, öykünün bütünü için bir şeyi başka bir şeyle anlatma biçimini alır. Bu da öykülerdeki üst okumalarla, alt okumaları oluşturur. “Panayır” ve “İshak” öyküleri buna örnek verilebilir.
Elif Şahin Hamidi: 1950 Kuşağı büyük bir dayanışma ve paylaşım içerisindeydi. Bir edebiyat dergisinde bütün bir kuşak hep birlikte yer bulurdu. Bu bağlamda günümüz edebiyat dünyasını ve dolayısıyla da edebiyatçılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adnan Özyalçıner: 1950 Kuşağı’nı birleştiren, gerçeği algılayışlarındaki ortak paydaydı. Sosyopolitik anlamda da birliktelikleri vardı. Günümüz edebiyatı ya da edebiyatçılarının paylaştıkları bir ortaklık var mı? Edebiyat bağlamında da sosyopolitik anlamda da böyle bir birliktelikleri yok. Herkes kendi havasında. Belki daha özgürler. Ama birbirleriyle dayanışmanın güçlülüğünden yoksunlar. Birbirinden kopuk, öykü-roman geleneğimizi sürdürmekten uzak, bireysel atılımlar içindeler. Bu da edebiyatta sağlıklı bir gelişmeyi engelliyor. Günümüz edebiyatı, kuşaklar arası sanat anlayışı çatışmasından da yoksun. Kuşaklar arası bir etki-tepki sorunu yaşanmıyor. Onun için de bizim dönemimizde olduğu gibi bir değişim, dönüşüm gerçekleşmiyor/gerçekleşemiyor.
Elif Şahin Hamidi: Henüz daha yolun başında genç bir yazarken bile bir dil olgunluğuna erişmiş ve upuzun cümleler kuruyordunuz. Üstelik ilk öykü kitabınızda bile… 1950 Kuşağı’nın tümünün, tümceleri önemsediğini görüyoruz. “Yazmak korkutuyor beni. Çünkü herkesin olabiliyor sözcükler. Yalnız benim olabilmeleri için ne yapmalıyım, bilemiyorum…” diyorsunuz. Sözcüklerin yalnız sizin olabilmesi için, ortaya farklı bir şeyler koymak için neler yaptınız/neler yapılabilir?
Adnan Özyalçıner: Sözcüklerin bir yazarın kendi sözcükleri olabilmesi için kimi sözcükleri alışılmış yerlerinden başka yerlerde kullanmayı denemeli, kimi sözcüklere de anlatılanla bağlantılı olarak ek anlamlar yükleyebilmelidir. Bir yazarın anlatımında temel taşları olarak kullandığı sözcükler vardır. Anlatımının havasını başkalığını oluşturan bu sözcükler onun sözcükleridir. Onun kendi sözlüğünün malıdır.
Elif Şahin Hamidi: Kendinizi “küçük öykücü” olarak tanımlıyorsunuz, bunu açar mısınız biraz?
Adnan Özyalçıner: Sıradan insanların öykücüsü olduğumdan, genellikle de küçük öyküler yazmış olmamdan dolayı öyle söylemişimdir. Küçük öykücü kalmayı seçtiğim için. Çünkü roman yazmakla büyük öykücü olunmuyor.
Elif Şahin Hamidi: Okuma-yazma serüveninizin başlangıcından bahseder misiniz? Okuma-yazma yolculuğunuzda yol gösterici yazarlarınız kimlerdi; bu yolculukta üzerinizde önemli izleri olan yazarlar kimler?
Adnan Özyalçıner: Beni öykü yazmaya özendiren Ömer Seyfettin oldu desem inanır mısınız; okul kitaplarındaki öykülerinden sonra bütün külliyatını okuyarak. İkincisi de Refik Halit Karay’dır. Sonrasında Sait Faik, Sabahattin Ali, Memduh Şevket Esendal, Haldun Taner, Orhan Kemal, Feyyaz Kayacan, Bilge Karasu diye sürdürebilirim. Yabancı yazarlara gelince başta Çehov, Dostoyevski, Gorki’yi sayabilirim. Özgün anlatımları dolayısıyla Kafka, Chamitso, Sartre, Camus; değişik anlatımları dolayısıyla Michael Butor, Margaret Duras; Amerikanın öteki yüzünü anlatmalarıyla Caldwell, Hamingwvay, Stainbeck; kurgu ve anlatım yönünden de Faulkner’i söyleyebilirim.
Elif Şahin Hamidi: Sizin döneminizde genç yazarlar için dergi ve gazeteler büyük önem taşıyor, pek çok öykücü buralarda filizleniyordu. Sizin ilk öykü kitabınız “Panayır” da “a Dergisi” yayınları arasında çıktı. Şu an piyasada yer alan kültür-sanat- edebiyat dergileri hakkında neler düşünüyorsunuz?
Adnan Özyalçıner: Bugünün edebiyat-sanat dergileri, kendilerine özgü çerçeveleri olan geçerli edebiyat-sanat görüşlerine yer veren dergiler. Atılımcı, yenilikçi değiller. Belli bir durağanlığı sürdürüyorlar. Kendi görüşleri dışındakilere kapalı bir durumdalar.
Elif Şahin Hamidi: Pek çok yazarın hayatında büyük yeri olan yarışmalar ve ödüller hakkında ne düşünüyorsunuz? Siz de pek çok ödülün sahibisiniz…
Adnan Özyalçıner: Ödül, bir yazar için itici güç oluşturuyorsa önem kazanır. Yazarın daha çok okura ulaşmasında bir katkısı olmasının dışında bir değer yargısı oluşturmaz/oluşturmamalı.
Elif Şahin Hamidi: Peki neden yazarız, insanoğlu neden yazma ihtiyacı hisseder, niçin sanatla uğraşır? Sait Faik “yazmasaydım delirecektim” diyor mesela… Adnan Özyalçıner neden yazıyor?
Adnan Özyalçıner: Yaşadıklarımı, yaşadığım gibi anlatmak için yazıyorum ben; gülünçlü, acıklı, gerçek düş diye ayırmaksızın.
NOT: Bu söyleşi, Remzi Kitap Gazetesi’nin Aralık 2009 sayısında yayımlanmıştır.