KEDİ FİGEN
(FRAGMAN)
Vecdi Çıracıoğlu
(Vecdi Çıracıoğlu’nun yeni yazmakta olduğu “Kedi Figen” adlı novelladan bir fragmanı, yazarın onayı ve gönderisiyle tanıtım amacıyla tadımlık olarak yayınlıyoruz.)
…/..
“Olmaz, böyle olmamalı,” diye kendi kendine konuştuğunda, Figen Hanım’ın başı, yastığının üzerindeydi ve işlediği büyük suçun ağırlığıyla yüzü kızarıktı. Saatlerdir uyanık olduğu, iki yanı açılarak uzatılmış geniş ve uzun, aslan ayaklı ceviz kaplama antika masanın altındaki yatağının –bazasını yer kaplamamak için duvara yaslamıştı- içinde kara kara düşünmeye başlamıştı.
Her sabah uyandığında, iki yıla yakın süredir yaptığı gibi, masanın alt ahşabının yaşını belirleyen damar çizgilerinin çizdiği şekillere anlamlar yükleyip, yeni yorumlarda bulunacaktı ki vazgeçti. Budaklar, ruh durumunu iyi hissetmediği durumlarda tahayyüllerine set oluyordu!
Bir süredir aklı işlediği onarılmaz suçtaydı. Nasıl olmuştu da dokuz aynı suçu; dokuz gün içinde, aynı yöntemle her bir güne sığdırarak, teker teker işlemişti. Ve nasıl olmuştu da işlediği bu suçların cezasını çekmeyi unutmuştu? Dokuz gün, her sabah, tek tek suç!.. Bu vebalin altından kalmamalı, en ağır cezayı çekmeliydi. Alacağı ceza ne olacaktı, bu konuda hiçbir fikri yoktu. Çünkü seri işlediği suçlardan ikincisinin sabahında uyandığında, aklı tümüyle farklı bir suçla, bir öncesi, ilk suçla meşguldü. Bu suçlayıcı meşguliyet dokuzuncu ve işlediği son suçun sabahına kadar sürmüştü. Şimdi onuncu günün sabahındaydı ve savruk bir Anadolu kasabasının savruk mehteranı gibi iki ileri bir geri işleyen aklı; yapılacak tek şeyin, kendini ele vermek, emniyet güçlerine gidip, ayrıntılarıyla, işlediği dokuz suçu tek tek itirafta bulunmaktı.
Yeni ısınan ilkbahar sabahı bu düşüncelerle yatağından doğruldu. Başını masanın altına vurmamak için belinden eğildi. Ellerini birleştirdiği dizlerinde kavuşturarak kenarına oturdu. Zeminin soğuğu ayak tabanlarından sıcak bedenine yayıldı, içi titredi. Üzerinde pembe çiçek işlemeli bir örnek dantelli don ve sutyeninden başka bir şey yoktu. Kalkıp masanın altından çıkmadan önce, ince yorganını ve sararmış buruşarak ortada toplanmış çarşafı kokladı. Koku alma yetisi güçlüydü. Yastık kılıfını da kokladı. Sararmış olmasına rağmen kokmuyordu.Kendisine ters gelebilecek bir koku hissetmedi. Sevindi, değiştirmek zahmetine katlanmayacaktı.
Ayağa kalktı. Bir eksiklik hissetti ve bu eksikliğin nedeni için de düşünmek istemedi. İçinde işlediği cezasız kalan suçun boşluğu vardı. Gardırobun yanındaki iki kapağı buzlu camlı dolaba yöneldi. Kapaklarını araladığı dolap dandiniydi. Uzun süre önce alıp da hiç giymediği bluzlardan en üsteki taba renkli olanını aldı ve misinayla ensesinden bağlı etiketini inceledi. Koparmaya çalıştı, koparamadı, az daha işaret parmağını kesecekti. Ninesinden kalma komodinin üst çekmecesini anahtarla açarak ucu kıvrık pedikür makasını aldı ve etiketi bluzdan ayırdı. Bluzlar zayıfladığında giyeceği istiflediklerindendi. Denemek için kendi kendinden izin ister bir tavırla önce kollarını sonra başını geçirdiği dar gelen bluzu eteğini çekiştirdi. Döne döne ve de uzun uzun aynaya bakarak kendisini hayran seyretmeyi de ihmal etmeksizin, aklaştırılmış streç blucin pantolonunu kayış köprülerinden çekiştirerek kalçalarına oturttu. Bacaklarını dizlerinden kırarak üç kere yaylandı ve aynaya baktı. Yatak odasından çıktı, salona geçti.
Yuvarlak masanın kenarında ayakları sallanan sakat iskemlelerden birine oturdu ve masanın ortasında içindeki rengi belirsiz suyunda kurumuş çiçekli vazoya dayalı zarfa baktı, eline aldı, içindekini çıkartacaktı ki vazgeçti. Kalktı, mutfağa gitti. Elinde neskafe reklâmı daha önce içtiği kahvelerin izleriyle kirli kırmızı bir kupayla döndü. Bu kez yer yer süngerleri çıkmış ve didiklenmiş üçlü koltuğa oturdu, kahveyi içmeye başladı. Düşünceli görünüyordu.
Kahvesini bitirip, kupayı masanın üzerine bıraktı. Çorapsız ayaklarına yüksek topuklu koyu kırmızı ayakkabılarını giydi. Portmantoya asılı çantasını ve blucin montunu alarak sokak kapısına yönelirken duraksadı. Tedbirli olması gerekiyordu. Önce aynaya bakması, kendini görmesi, üzerine başına çekidüzen vermesi gerekiyordu. Sonra kapı dürbününden dışarı bakıp koridoru gözetlemesi gerekiyordu. Her gün mutat yaptığı gibi portmantonun boy aynasının karşısına geçti.
Önce önden, sonra yandan kendini süzdü. Çirkindi. Evet, bugün çirkindi ve dışarıda insanlar ona bakmamaya, yürürken karşılaşmamaya çalışacaktı. Çirkin olduğu günler kendisine bir böceği incelercesine soğuk bakıyordu insanlar; soğuk, biraz da tiksindirici. Ona bakanların bu bakışlarına karşılık vermek kendisi için nezaket kurallarını aşmak olacaktı. Patlak gözleri, kepçe kulakları, guatrı, sahi, guatrı var mıydı? Yoksa bugünün sabahında mı peydahlanmıştı!? Kendini incelemeye yüzünden başladı. Ağzını açtı. Görebildiği kadar tüm dişleri çürük ve siyahtı. Hohladı. Ağzından bir koku neşretti. Son zamanlarda okuduğu, bazı yayıncıların Parfüm bazılarınınsa Koku adla yayınladığı kitabının yazarı Patrick Suskind’in bile bu kokunun çeşidine, kökenine dair bir fikir yürütemeyeceği kanısına vardı. Melun ve menfurdu koku. Aslında kokulardan korkan bir kadındı. Kendini büzerek onlardan sakınırdı. Ses çıkarmak istedi. Korktu. Sesinin çatlak bir miyavlama çıkmasından endişe etti. Sustu. Bakışları yüzünden aşağılara kaydı. Ellerine baktı, böyle zamanlarda kendinde fazlalık hissettiği organlarına. Hamurumsu pelteydi elleri! Aman canım, diye içinden geçirdi, ben zaten kimseye uzatmıyorum ki ellerimi!.. Ayaklarına temas eden kendisine hiç de yabancı olmayan yumuşaklıkla irkildi. Makbule’ydi. Ayaklarının arasında dolanıyordu. Figen Hanım’ın bacağına kuyruğunu dolarken, sol kulağıyla başını da yasladı. Figen Hanım gülümsedi. Eğilerek başını okşadı. Beyaz kısa tüylü Makbule’nin bir gözü mavi, bir gözü sarıydı. Mavi gözlü beyaz kedilerin özelliklerinden olacak sol kulağı sağırdı. Figen Hanım’a yaklaştığında onu sağ kulağıyla dinlerdi. Figen Hanım yaşlı ve böbrek yetmezliği çeken kedisine “Canım güzel kızım,” demekle yetindi. Bu kadar sevgi kadirşinas Makbule’ye yeterdi. O günlük sevgi istihkakını almış, uzaklaşmıştı.
Figen Hanım kendine yakıştırdığı günlük profiliyle kapıyı açmadan, her zaman baktığı kapı dürbünü dikiz deliğine kulağını dayadı ve koridorda kimsenin olup olmadığını anlamaya çalıştı. Diğer kiracılarla karşılaşmak, bilhassa üst kattakilerle karşılaşmak istemezdi. Aldığı bu kulak kabartma önlem ve yöntemiyle başına bir dert almaktan sakınıyordu.
Kulağı, dikiz deliğinden baktığı gözü gibiydi ve onunla koridoru görüyor, her kattan çıkan sesi biliyordu. Küçük bir çıtırtı, her tıkırtı, en hafifinden bir şırıltı ve hışırtı… O, sessizliği bile yorumlayan, saydam bir küreye sahip bir medyumdu. Kulağını sadece iki dakikaya yakın dikiz deliğinde tutsa kimsenin koridorda olmadığını, herkesin uyurken ve yıkanırken; duş ahizesi altında ya da klozetlerine tünemişken, nasıl bir huşu içinde olduklarını, hangi zaruretleri peşinde koştuklarını çok iyi biliyordu. Sol eliyle çelik kapının zincirini çıkardı, küçük emniyet kolunu çekti, yıldız uçlu anahtarla normal anahtarı iki kez geri çevirdi. Kavradığı kapının kolunu kendine çekerek boşluğunu aldı ve aşağıya kıvırdı ve kendine çekti. Dünyanın en emniyetli kasasının kunt kapısı açılmıştı!
Kapıyı araladı, havayı kokladı. İçeriden dışarıya bir insanın dayanmasının mümkün olamayacağı eski günlerden kalan kokular yayıldı. Kedi sidiği, boku, küf, yemek artığı, nem, bayat oksijen… Bu konuda insanoğlunun bildiği ne varsa; dünyanın tüm kötü kokuları bir tüpün içine toplanmış ve vanası birden açılmıştı! O, üzerine sinmiş kokular bir yana, terinin kokusunu bile duymayan ama kendi dışındaki kokulardan uzak duran bir kadındı.
Eşiğin önüne geldi, her zaman olduğu gibi atlayıp geçecekti ama önce duraksaması gerekliydi. Öyle yaptı. Geri çekildi. Bir süre orada öylece durdu. Bilinmeyen dış boşluğa parmağını daldırdı, sonra parmağı burnuna götürdü. Sonra o parmakla burun deliklerinden birini kapattı ve diğeriyle eşiğinin dışındaki havayı kokladı. Kapattığı deliği bu işe karıştırmaz, anında bayılıp gitmemişse, birazcık beklerdi. Ayaklarından birini dışarıda tutarak, diğerini enlemesine eşiğe yerleştirdi. Bu işi başarması uzun süre almaz, tam geçti geçecek durumdayken, aklına son bir kendini sınama yöntemi geldi. Ayak parmaklarının ucunda dikildi ve havayı bir kez daha derin kokladı. Koku şimdi değişmemişse, tamamdı, bu onun için şaşırtıcı bir durumla karşılaşmayacağının deliliydi. Bu durumda diğer bacağı da tehlikedeydi. Tırstı! Vücudunu içeri çekti. Geçmekle kendisini koruyabileceği kapı, apaçık önünde durmakta; o kapıya, kapı da ona bakmaktaydı. Çantasından parfüm şişesini çıkarttı ve boynuna, göğsüne sıktı. Ona göre hafif, ama başkalarına göre ağır gelen bu koku, kendine az da olsa bir yer bularak evinin içine yayılmaya çalıştı.
Kendine olan güveniyle kapıyı sessizce açtı dışarı çıktı ve arkasını dönerek sessizce kapattı. Sessiz olmalıydı ama kendisini ele veren iki gerçek vardı. Birincisi yüksek topuklu ayakkabılarının merdivenlerde çıkarttığı tok sesin yankılanması, ikincisiyse giriş kat mülkiyeti sahibi Deniz Hanım’ın Dalmaçyalı köpeğinin, o,kapıdan adımını koridora attığında havlama sesi. Dışarıdan geldiğinde de böyle davranıyordu bu hayvan. Havlamaların nedenini kullandığı parfümden kaynaklandığını çok iyi biliyordu. Kaliteli parfümler kedi, köpek hormonlarından yapılmıyor muydu? Yolda yürürken kaç kere peşine köpek takılmış, kaç kere onları kovalamaya çalışmıştı? İlk başlarda anlam veremeyip köpeklerin kendi hormon kokularının peşinden geldiğini öğrendiğinde onları rahat bırakmıştı. Figen’in unuttuğu bir şey vardı ki, o, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin, bir insanın hücrelerine kadar işleyen kedi ve çöp kokusu müzminliğinin dayanılmaz hafifliğinden başka bir şey değildi!..
Elindeki zembille apartmanın ön bahçe kapısından içeri giren temizlikçi kadına rastladı. Zarife kadın, haftanın belli gününde Huzur apartmanının merdivenlerini ve kat koridorlarını süpürüp silen gündelikçiydi. Kendini suçüstü yakalanmış hissetti. Adımları istemeden yavaşladı. Evinin kapısından çıkarken ya da merdivenlerden inmeye başladığında onu apartmana girerken görseydi eğer, kesinkes gerisin geriye kaçar tekrar evine girerdi. Geri çekilmenin bahtsızlığı içerisinde, fark edilmenin fevkini yaşıyordu! İlerlemek zorunda kaldı. “Günaydın Zarife Hanım,” dedi Zarife kadın. İstemsiz, “Günaydın,” diye cevapladı tekdüze, kuru ve kestirip atmışçasına. Ne zaman karşılaşsalar ağızlarından çıkan kelimeler bunlardan ibaretti. Figen daireyi satın aldığından bu yana onu tanıyordu. Nedenini kendisinin de bilemediği ve fakat diğer bütün temizlikçi kadınlar gibi olduğunu hissettiğinden ona karşı soğuk davranıyor, uzak durmaya çalışıyordu. Temizlikçiydi, ne de olsa alt tarafı temizlikçi bir kadın!.. Zarife kadın, gerçeğine bakıldığında sevimsiz değildi. Sadece, merdivenleri temizlerken takındığı hâl ve hareketleri bir tarafa bırakılacak olursa, koridorları temizlerken nedense ayaklarını sürüyor, döşemelik mermerlerden garip sesler çıkartıyordu. Figen Hanım bu seslerin sadece özellikle kendisine yönelik olduğuna hükmettiğinden kuşkular içerisinde kalıyordu.
Zarife kadına pek şişman denilemezdi ama etine buduna bir Osmanlı karısıydı ve teni limon sarısına kaçarken, kokusu rutubetliydi. Ne yapardı bu kadın akşam evine gittiğinde? Kendi gibi çöplerini taşır mıydı sokaktaki bidona? Evinin merdivenlerini Huzur Apartmanı’nın merdivenlerini sildiği gibi yalapşap temizler miydi? Yoksa kiremit manzaralı gecekondusunda soluk floresan ışığı altında, televizyonu açıkken, bir yandan; çoluk çocuğunun yırtıklarını diker, çoraplarını yamar, ütü yapar, yemek pişirir, çay mı içerdi?
Hayır, gerçekten bir alıp veremediği yoktu onunla. Onun, genelde az da olsa temizlikçilerle alıp veremediği vardı, o kadar. Çünkü temizlikçiler, silip süpürücülerdi ve onlar mesleklerinden ötürü sürekli gözleyenlerdi. İşte bu Zarife kadın da özel olarak vazifeli, onu, Figen Hanım’ı gözleyendi.
Zarife kadının yanından, onun haberi olmadan, en kısa zamanda, kamuflajın en yüksek teknolojisini kullanmış olsa da, geçmek ne yazık ki olanak dışıydı. Figen Hanım’ı Zarife kadın kadar kimse içselleştirmemiş, algılamamıştı. Her karşılaştığında meşum bakışlarıyla kendisini süzdüğünde, adeta içini okuyor, hakkında yaşayışına dair özel bilgiler ediniyordu. Ne giymiş olduğu hakkında, giydiği gömleği daha önce ne zaman giydiğine dair her zaman bilgisi vardı. Saçını yeni mi, bir gün önce mi, yoksa dahaki günlerden birinde mi yıkamıştı? Bunun gibi, saymakla bitmeyecek kadar daha neler neler?..
Figen Hanım’ın gerçekten Zarife kadınla hiçbir alıp veremediği yokken ve onun kendisi hakkında sır tutamayan nazarlarının kesinlikle kişisel merakından değil, mesleksel sorumluluk duygusundan kaynaklandığını çok iyi bilmesine rağmen, gene de bu nazarların kendi üzerinde sessiz bir suçlama gibi odaklandığını hisseder ve onun her yanından geçişinde içinde kısa, sıcak bir kızgınlık dalgası med yapardı. Ne derdi vardı da onu süzüyor, gözlerini üzerine dikerek gözetliyordu? Neden ve niçin bir kez olsa bile yanından geçerken kendisini görmezden gelip, beni bana bırakmıyordu? Neden bu kadın bana karşı bu kadar yanaşkan ve yapışkandı?
Bu sorular çok kısa süre beyninin içinde yuvarlanırken, “Günaydın Figen Hanım,” diye seslenişi, kendisiyle alay etmenin dikâlâsıydı. O âna kadar birikimi hâd safhaya gelmiş, içinde, önüne her zaman güvenli bir biçimde gem vurabildiği o kızgınlık dalgası birden taşmıştı. Med açık öfkeye dönüşmüş ve Figen Hanım, yapmadığı bir şeyi hayata geçirdi: Zarife kadının yanından geçip az ilerlemesine rağmen durdu ve döndü. Kesin kararlılığı bu dönmeden belli oluyordu. Zarife kadının bakışındaki ve seslenişindeki sınır tanımazlığa bir nokta koyarak karşı koyma zamanı gelmişti. Ne yapacağı ve ne söyleyeceğini kafasında kurgulamamıştı. Ona doğru yürümeye başladığında sadece bir şey söyleyip bir şey yapacaktı. Figen Hanım bu kadar cesaretli hissetmemişti kendisini.Kızgınlık medi, setleri aşmış adeta bir tsunamiye dönüşmüş Zarife kadına yaklaşıyordu.
Zarife kadın, elindeki zembilli yere bırakmış, kendisine verilen anahtarı apartman kapısının kilidine sokmuştu ki Figen Hanım arkasından yaklaştı ve duyacağı kibar bir sesle “Zarife Hanım,” dedi. Aralarında bir metreye yakın bir mesafe vardı. Kadın döndüğünde, Figen Hanım yüzünü hiç bu kadar yakından görmemişti. Tombul yanaklarının üzerinden derisi kayacakmışçasına saydam bir soğan iç zarı gibi ince ve kaygandı. Ela gözlerine yakından bakıldığında, o batıcı ve itici yanaşkan yapışkanlıktan eser bile yoktu. Aksine bir munislik hâkimdi ve neredeyse biraz daha içtenleşse, bir genç kızın ürkekliğine sahip olacaktı. Figen gördüğü ayrıntıların yanıltıcı olabileceğini çok çabuk kavradı ve sesini biraz daha yüksek perdeden ayarlayarak, “Size söyleyeceklerim var,” dedi ve sustu. Aslında ne söyleyeceğini hâlâ bilmiyordu.
“Buyur, Figen Hanım.” Yorgundu. Sabahın köründe siyasi tutuklu oğlunu görmek için cezaevine gitmiş, açlık grevinden ötürü karışık cezaevinin önünde diğer analarla epey beklemiş, oğlunu görememiş, beyninin içindeki binbir düşünceyle Huzur apartmanına kadar gelmişti. Gelmişti ama nasıl gelmişti? Bir güç onu almış, oraya getirip koymuştu! Başı gövdesine ağır gelmiş olacak ki kapıya sırtıyla birlikte yasladı. Yaşadıkları yetmiyormuş gibi, bir de bu kadının karşısına çıkması canını hayli sıktı. Bu nasıl bir kadındı? Dünyadan haberi var mıydı bu değişik tür faşist kadının? Evinde mahkûm ettiği kediler vardı. Kendi dışarıdaydı! Koridorunu her temizleyişte dairesinden gelen korkunç kokuyla burnunun can direği kırılıyordu. Bir an önce konuşup, içerideki işine başlama arzusuyla gözlerini yumarken yüzünün fotoğrafını göz perdesinin içine çekti. Kedilere benziyor, diye içinden geçirdi. Acaba kedileri de ona benziyor muydu?
“Dairemin kapı önünde bu sabah bir kedi pisliği gördüm. Bu kedi tüm apartmanın tüm daire kapılarının önüne etmiş alay edercesine. Nereden geliyor bu kedi Zarife Hanım?”
Haftanın yedi gününü yedi apartmanı temizleyerek evine ekmek götüren, dul Zarife kadın tam, “Sizin kedilerden biri kaçıp sıçmıştır hepinizin içine,” diyecekti ki çocukları aklına geldi. “Sokak kapısından girmiş olabilir. İnsanların ayakları arasından içeriye sıvışıvermiştir. Ben nereden bileyim?” diye konuştu.
Figen Hanım derin nefes alarak tiradını atacaktı ki apartmanın kapısı otomat sesiyle açıldı. Yüzündeki sahte gülücükle Deniz Hanım muhabbetin ortasına ahşap asker bavulu gibi düştü! Ne de olsa yönetici oydu ve o, asla onsuz bu türlü bir orta oyunu oynanmazdı. Kambersiz Düğün oyunun başoyuncusu sahne almış, Zarife kadın Figen’in şerrinden kurtulmuştu.
Figen, yeryüzünde var olan bütün suçları anında kabul edebilmenin cesaret, rahat ve huzuru içinde semt karakolunun önüne geldi. İşittiği ya da gazetelerin üçüncü sayfasında gözüne iliştiği bütün suçlar artık onundu!
Kapıda nöbet tutan iki polisin arasında durup göğsü dik suç duyurusunu bulunacağını söylediğinde, polislerden biri onu komiser yardımcısının odasının önüne getirdi. Figen, üzeri camla kaplı siyah zemin üzerin sarı yaldızlı kapının yanında asılı alınlığı okuduğunda başkomiserle konuşmak istediğini, önemli bir suç duyurusunda bulunacağını söyleyerek, ısrar etti.
Başkomiserin odasına giren yardımcısı kısa bir süre sonra çıkarak Figen Hanım’ı içeri davet edip, koyu yeşil pandizot kaplı eski bir koltuğa oturttular. Suç duyurusu sorulduğunda, kendi kendini ihbar edeceğini söyleyerek, işlediği cürmü tüm ayrıntılarıyla anlattı: “Benim dokuz çocuğum vardı…” diyerek isimlerini saydı: Kerata, Mustafa, Çapkın, Hafize, Mavro, Makbule, Naciye, Tripot ve Zarife. Sonra özelliklerini, huylarını ve meziyetlerini sıraladı. Çocuklarını sokağa atarak onları ölüme terk ettiğine dair sözlerine devam etti. Sağlık durumları ve zekâ dereceleriyle en önemlisi bir adam için onları feda edişiyle nefes aldı. Sahura kalkan bir insanın açlık acelesiyle, orta şekerli bir kahve ve ince belli bir bardak şekersiz çay eşliğinde yarım saate yakın konuştu. Anlatılanları sessizce dinleyen başkomiser ve yardımcısı, çocuklardan Kerata, Mavro ve Tripot’un isimlerine takıp, ‘Bu yaşta bu kadın, bu kadar çocuğu nasıl doğurur?’ dercesine,bir an olsa da, onu süzüp olayın vahametini anlamaya çalışırlarken, Figen’in kendinden emin ama anlatımının sonunda ağlak yüzü, ne var, neden öyle bakıyorsunuz, ifadesine bürünmüştü. Ağzından, “Kedilerim benim her şeyimdir!..” cümlesi yuvarlandı. Baş ve yardımcısı birbirlerine baktı. Yüzleri gevşedi. Gülümsemeleri aleniye, aleni makaralıya koyuverdi kahkahalarını.
“Hadi hanımefendi evinize gidin. Çok işimiz var. Bizim klinik kapandı, sizi tedavi edemeyiz…”
Bu ne küstahlıktı?!.. Çağrılan bir polis memuru eşliğinde kapıdan uğurlandı! Yürürken daha önceleri polisle olan kötü deneyimlerini hatırladı. Polis milletinin insan doğası konusunda dünyadan haberleri olmadığı tecrübesiyle sabitti. Nedense ve ne hikmettir, genelde haşin tabiatlıyla ünlüydüler. Ağzını açtığı andan itibaren onu masum görmüş, alttan almışlardı. Bir an kadın polislerin bu iş kolunda çoğaldığını düşünüp, kendisine neden kadın bir kadın başkomiser denk gelmediğine hayıflansa da, aman canım polis, polistir işte, ne değişir ki, diye düşündü ve yoluna devam etti.
…/..