HİKMET TEMEL AKARSU
&
“Şairlerin Barbar Sofraları”
RÖPORTAJ…
“Kaybolan bir devrin hikâyesidir anlatılan”
Hazırlayan: Elif Şahin Hamidi
Hikmet Temel Akarsu, “Şairlerin Barbar Sofraları”nda, kendini gerçek edebiyata adamış, kalbindeki edebiyatçı duygusunu her şeye rağmen korumayı bilmiş, son kuşak Don Kişot’ların hazin ve aynı zamanda ironik serüvenini anlatıyor. Akarsu, “Sonu getirilmek istenen ya da alelade bir iktidar aygıtı haline dönüştürülmek istenen edebiyata bir ağıt” olarak nitelediği öyküleriyle, kaybolan bir devri resmediyor.
SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi
Son kitabınız Şairlerin Barbar Sofraları, dört başlık altında ele aldığınız öykülerden oluşuyor. Nasıl oturdunuz şairlerin bu barbar sofralarına, neler tattınız oralarda? Bu öykülerin doğum hikâyesini öğrenebilir miyiz?
“Şairlerin Barbar Sofraları”, sonu getirilmek istenen ya da alelade bir iktidar aygıtı haline dönüştürülmek istenen edebiyata bir ağıt. Kalbindeki edebiyatçı duygusunu kaybetmemiş son kuşak Don Kişot’ların hazin fakat ironik serüvenine dair bir satir ya da. Bu kitapta yer alan öykülerde, çılgın ve adanmış edebiyatçıların dünyası kimi zaman budalaca ve absürd gözükebilir ama bu, onların fazlasıyla naif olmasından ileri geliyordu. Bu kadim sanata gönül vermiş olmanın ulviyeti ile bu çılgınlıkları yapıyorlardı. Ve her zaman en duyarlı olanlar onlardı. Âlem bu denli berbat olmadan önce yoksul meyhanelerde, sapa kahvelerde, ücra çay bahçelerinde buluşup edebiyat mahfilleri oluştururlardı. Kuşkusuz ben de bu mahfillerde çokça yer aldım. Bu mahfillerde oluşan işret meclislerindeki yaşanmışlıklardan damıtılanların kurgusal öğelerle desteklenmesiyle bu anlatılar ortaya çıktı. Kaybolan bir devrin hikâyesidir anlatılan.
“Kadıköylü Şairlerin Barbar Sofraları” başlıklı öyküde, barbar meclislerine “arada şiir dünyasına adım atmaya çalışan mektepli küçük hanımlar” da karışıyor. Bunlardan biri de Karedeb. “Karedeplik”ten bahsedelim mi biraz?
Türk edebiyatında “Karedeblik” kapsayıcıdır. Karedeb, kitaptan anımsayacağınız üzere, karşılaştırmalı edebiyatın kısaltılmasından uydurulmuş ve ortamlara yeni dâhil olmaya çalışan genç kıza takılmış bir isim. Bu tür şair mahfillerinde her zaman bu türden bir tapınç öğesine, bir mabudeye ihtiyaç duyulur. Yoksa da yaratılır. Bu da çok zaman, yeni yetme, fettan, mektepli bir edebiyat meraklısı taze olur. Koca koca şairlerin, yazarların, çocukça çırpınışlar içinde sanal gönül hikâyeleri yarattıkları ve kendi yarattıkları bu hikâyelere kendilerini kaptırdıkları bambaşka bir gülünç süreç başlar. Bu, o denli sevimli ve kadınsız ülke Türkiye’ye özgü, hüzünlü bir öyküdür ki bundan mağduriyetlerle çıkan edebiyatçıları anlatmak da bir başına bir edebiyat türünün meydana çıkmasına neden olmuştur. Kuşkusuz anlatıda akademik kültürün edebiyata yaklaşımındaki formellik ve adanmış şairlerin içtenliği de bir çelişki unsuru olarak verilmekte ve buradan çıkarımlara varılmaktadır.
Türk şiirinde neden yeterince kadın şair yok sizce? Antolojilere baktığımız zaman örneğin Memet Fuat’ın “Çağdaş Türk Şiiri”nde 84 şair arasındaki tek kadının Gülten Akın olduğunu görüyoruz. Daha sonra Yılmaz Odabaşı’nın “Son Çeyrek Yüzyıl Şiir Antolojisi”nde yeni kuşakta kadın şairlerin çoğaldığına tanıklık ediyoruz. Son dönem şiirinin kadın şairlerini değerlendirir misiniz?
Kadın Türk şiirinde daha çok bir arzu öğesi, bir tapınç unsuru veya varlığına ihtiyaç duyulan bir süblimasyon, yani bir nevi mabude olarak yer almıştır. Yani kadın, Türk şiirinde özne değil nesne olarak yer bulmuştur. Ağırlıkla erkekler tarafından kaleme alınan şiirimizde, yoksunluk, özlemler ve kadınsızlıktan dolayı hep bir eziklik, hep bir efemine sâdâ söz konusu olmuştur. Fakat şimdilerde kuvvetli kadın şairlerin devreye girmesiyle bu alanda denge sağlanmaya başlanmıştır. Son zamanlarda Gülseli İnal, Birhan Keskin, Lale Müldür, Bejan Matur gibi kuvvetli imge kurucuları boy göstermiştir. Kadınlar şiire güçlü bir şekilde asılmaktadırlar artık. Bu olumlu bir gelişmedir.
12 Eylül 1980 darbesinin zulmünden müzik, sinema, roman ve elbette şiir de nasibini aldı. 80 öncesinin başkaldıran şiirinin başı öne eğildi darbeyle birlikte. 80 darbesinden günümüze şiirde yaşanan dönüşümü değerlendirir misiniz?
Kitapta da öykülediğim gibi ilk başta şiir kovuldu. Çünkü şairler toplumun en duyarlı kesimi, sezgileri en yüksek insanları, bir anlamda geleceği önceden haber veren barometre niteliğinde şahsiyetleriydiler. Onları tepelemek, geleceğe dair kötücül havadisler veren kâhinleri yok etmek ve herkesin yürürlükteki toplumsal hezeyana daha bir iştiyakle sarılmasını sağlamak için elzemdi. Fakat daha sonra gördük ki şiirin kovulmasından haz duyan öykücülerin kovulması da fazlaca zaman almadı, ardından da her ikisinin kovulmasına ellerini oğuşturarak bakan roman kovuldu. Şimdilerde post-modern edebiyat adı verilen bana göre edebiyatın fetret devri diyebileceğimiz bir dönem hüküm sürmektedir. Bu devrin yıldızları uygarlığımızın en büyük karşıtlarıdır bence. Aydınlanmanın ve bilimin, sanatın ve insanlığın, dünyanın selameti ve türümüzün geleceğinin önündeki en büyük tehlike bugünkü dünyada devreye sokulan bu sahte edebiyat, bu pastij kumkuması yapıntı yazınsal ürünler, bu hormonlu endüstriyel edebiyat ürünleridir. Edebiyat bitirilirken ve yerine bu sahte ürünler konurken insanların en büyük savunma mekanizmasının ellerinden alınacağı biliniyordu. Bu bilinçle işlendi bu günah ve bu sistematikten medet umanlar büyük nemalar gördüler. İnsanlıkta bu tür karanlık dönemler olabiliyor. Bir tanesi de bize denk geldi.
“Gurbette Şairlerin Barbar Sofraları” başlıklı öyküdeki bir soru cümlesini yöneltmek istiyorum size: edebiyat esnaflığı sadece Türkiye’de mi var? Avrupa’da da olmasın? Edebiyat esnaflığını, günümüz edebiyatını ve edebiyat ortamını Avrupa ile karşılaştırarak değerlendirir misiniz?
Edebiyat esnaflığı bugünkü Türkiye’de yaygın. Avrupa’daki ise bence bunun bir üst modeli. Buna edebiyat esnaflığı değil de edebiyat brokerlığı ya da spekülatörlüğü demek yiğidin hakkını daha iyi vermek olacaktır.
Şairin marketten kovulması, ardından öykünün ve edebi romanın marketten kovulması, gerçek edebiyatın itibarsızlaştırılarak sahtesinin üretilmesi ve ödüllü şairler-yazarlar devrinin hüküm sürmesi üzerine konuşabilir miyiz biraz? Ödülsüz şair-yazarın kalmadığı bu ortamda gerçek edebiyatın hali nicedir?
Karanlık çağlar olmasaydı Antikite uyanışı olmazdı, Ortaçağ karanlığı olmasa Rönesans olmazdı, Avrupa’da Yeni Çağ’ın korkunç din savaşları olmasa aydınlanma olmazdı. Gerçek edebiyat da bugün hüküm sürmekte olan post-modern karanlık çağdan er geç tohumları patlatıp filiz verecektir. Bugün için edebiyat esnaflığıyla öne geçmeye çalışan, birbirlerinin sırtını kaşıyarak yazar pozuna giren, kimi güç odaklarının desteğini arkasına alarak yazar “mış gibi” yapan pek çok kişinin yarın esamisi okunmayacaktır. Bugün kimin, neden esamisinin okunduğunu da zaten herkes biliyor. Ödüllerin ne hale geldiği de herkesin malumu. Gerçek edebiyatçının bu tür mahfillerle ve faaliyetlerle bir alâkası olmaz. O yalnızlığından ve sanatından başka bir şeye güvenmez. Yaşadığı sürece bedel öder. Ama taviz vermez. Bizde de böyle bir kuşak gelecektir. Edebiyat esnaflarıyla ve güç odaklarıyla hemhal olmayı zül addeden bir kuşak geldiğinde işte biz o zaman güzel bir ülke, daha güzel bir toplum olmaya başlayacağız.
“Hekimbaşı Kabristanları” isimli öykü çok etkileyici:“Şu fani dünyada garipler mezarlığı yoktu, garip olan mezarda bile saltanat istemekti” cümlesiyle sona eriyor bu öykü. Ölümlü insanoğlunun mezarda bile saltanat hevesi son derece düşündürücü.Keşke herkes bir parça düşünse bu konu üzerine.
Ne diyeyim?! Keşke!
Mimarlık mezunu bir edebiyatçı olarak kitabın son bölümlerindeki öykülerde, ranta kurban giden, betonlaştırılan, kimliksizleştirilen İstanbul’a, kent sorunlarına da dokunuyorsunuz. Tarihiyle, kültürüyle birlikte talan edilen, dönüşüm adına bir ucubeye dönüştürülen İstanbul için nasıl bir gelecek öngörüyorsunuz?
Bana göre İstanbul şu anda bir afet bölgesidir. Yakında da çöküşe geçecektir. Sadece İstanbul değil. Tüm Anadolu için geçerlidir bu durum. Fiilen ve fiziken felaket mıntıkasıdır buralar. Dünyanın en büyük tarihsel sit alanları ve doğa değerleri mahvedildiği gibi mimarlık ve şehircilik sanatının bütün birikimlerine aykırı işler son 60 yılın sağ iktidarları tarafından iştiha ile deruhte edilmiştir. Biz mimarlar ne dediysek büyük zevkle tam tersi yapılmıştır. Toplum da karanlıkta kaldığı ve sahte değerlere inandırıldığı için buna alkış tutmuştur. Artık bu şehre bulutlar bile uğramıyor, yağmurlar bile yağmıyor. Son ormanlarımız da şu anda iş makinelerinin mezalimi altında. Tüm bunların müsebbibi de edebiyat bilmeyen, kültürden nasibini almamış, hiçbir duyarlılığı edinememiş kuşaklar yetişmiş olmasıdır.
Not: Bu yazı, 7 Mart 2014 tarihli Aydınlık Kitap Eki’nde yayımlanmıştır.
İlginizi çekebilir
>> Hikmet Temel Akarsu ile Reddedilmek, Kaybetmek ve Nihilizm Üzerine
>> Belgesel: Hikmet Temel Akarsu Romanında Kadın
>> Belgesel: Hikmet Temel Akarsu Romanında İstanbul ve Erkek Karakterler