Beyin İltihabı
(Mihail Afanasyeviç Bulgakov, “Beyin İltihabı”, Bir Delinin Hikâyesi, çev.: Polina Antonova, (İstanbul: Verita Kitap, 2016), 102-109.
Haftalık Dergilerin Bütün
Editörlerine İthaf Ediyorum
Pantolonumun sol cebinde 9 kapik vardı –iki tane 3 kapiklik demir halka, bir tane 2 kapiklik ve bir tane de 1 kapiklik– ve her adımda mahmuz gibi çınlıyordu kapikler. Diğer yayalar cebime yan yan bakıyordu.
Beynim erimeye başlıyor galiba. Asfalt sıcak havada erimeye başlıyorsa, sarı beyin niçin erimesin? Ama tabii ki kemik bir kutuya saklanmış, saçla örtülmüş, beyaz kasketle gizlenmiş. Kafanın içinde kıvrım kıvrım güzel yarımküreler yatıyor, susuyorlar.
Kapikler ise – trik trik.
Filipov’un eski mekânının yanında, beyaz uzun bir kâğıt parçasına yazılmış yazıyı okudum:
Günlük çorba, buharda balık, iki yemeklik menü – 1 ruble
9 kapiğimi çıkarıp arka fırlattım. Kirli denizci şapkalı, pantolonunun iki bacağı da farklı uzunlukta ve tek ayağında çizmesi olan bir adam koşarak 9 kapiğin yanına geldi, paralara bakarken elini şakağına götürüp bağırdı:
“Deniz kuvvetleri amiralinden teşekkür. Hurra!”
Sonra tunç paraları toplayıp yüksek, tiz bir sesle:
Krizantemler çoktaaan
Soldu bahçemdeee!
Üfleyip püfleyen yayalar iki yanımdan dere gibi sessizce akıyordu sanki Tverskaya Caddesi’nin ortasında, saat dörtte, bu dayanılmaz sıcakta, tek çizmeli bir amiralin şarkı söylemesi çok normal bir şeymiş gibi.
O anda etrafıma bir sürü tuhaf insan toplandı:
“Merhametli yabancı, bana da 9 kapik verin. Sahte amiral o, hiç denizcilik bile yapmadı.”
“Profesörüm, buyurmaz mısınız?”
Masallardaki kara yüzlü sakalsız cüceye benzeyen bir çocuk, önümde bir arşın yüksekliğe zıplayarak, boğuk bir sesle hızlı hızlı hikâye anlatmaya koyuldu:
“Kalutskaya karakolunda, Kamarov diye cani bir hırsız yaşıyordu!”
Ona bakmamak için gözlerimi kapadım:
“Varsayalım ki şöyle. Başlangıç: Hava sıcak, ben yürüyorum, önüme bir çocuk çıkıyor. Zıplıyor. Evsiz. Birdenbire köşeden bir yetimhane yöneticisi çıkıyor. İyi bir insan. Onu tasvir edelim. Varsayalım ki genç, mavi gözlü. Traşlı mı? Diyelim ki traşlı. Ya da keçi sakallı olsun. Güven veren bir sesi var. Diyor ki: ‘Ey çocuk, çocuk…’ Sonra? ‘Çocuk, çocuk, hm, hmm, çocuuk, çocuuuk…’ ‘Bir de önlüğü var!’ dedi birden ağır beynim, kasketin altından. ‘Kimin önlüğü var?’ diye sordum ben, beynime şaşırarak. ‘Bunun işte, senin yetimhaneci herifin.’”
“Salaksın!” dedim beynime.
“Sensin salak. Yeteneksiz,” dedi beynim, “bakalım, şimdi bir öykü çıkartamazsan ne yiyeceksin bugün. Beş para etmez yazar!”
“Önlüğü yoktu, beyaz gömleği vardı…”
“Niçin beyaz gömlek, söylesene aptal?” diye sordu beyin.
“Varsayalım ki az önce çalışıyordu, yaralanmış küçük bir kıza pansuman yapıyordu ve ‘Trest’ marka sigarasını almaya çıkmıştı… Burada mosselpromdan[1] bir kadını tasvir edebiliriz. İşte söylüyor: ‘Çocuk, ey çocuk…’ Bunu söyleyince (ne dediğini sonra düşünürüm) çocuğu elinden tutup yetimhanesine götürüyor. İşte Petka (çocuğa Petka adını verelim, o sıcakta titreyen küçük çocukların isimleri hep Petka olur), ve işte Petka yetimhaneye gitti, Kamarov’un hikâyesini anlatmıyor artık, ilk okuma kitabına başlıyor. Yanakları şişmiş, öyküye de ‘Kurtarılmış Petka’ adını verelim. Dergiler öyle isimleri sever.”
Kasketimin altından neşeli bir ses, “Ne saçma bir öykü bu! Ama bir yerde okumuştuk böyle bir şeyi!” dedi.
“Sus, ölüyorum ben!” dedim beynime ve gözlerimi açtım.
Önümdeki amiralle kara yüzlü cüce de, cebimdeki saat de gitmişti.
Sokağı geçip, copunu havaya kaldırmış polis memuruna yaklaştım.
“Az önce saatimi çaldılar,” dedim.
“Kim çaldı?” dedi o.
“Bilmiyorum.”
“O zaman geçmiş olsun.”
Bunu duyunca Selter[2] içesim geldi. Büfede su satan kadına sordum:
“Bir bardak Selter ne kadar?”
“10 kapik.”
Bilerek sordum, 9 kapiğimi bıraktığımdan pişman olup olmadığımı anlamak için, meğer başka param yokmuş. Biraz sevindim, pişman olmama gerek yok diye düşünüp canlandım.
“Varsayalım ki polis memuru. Ona bir vatandaş geliyor…”
“Eee?” diye sordu beynim.
“Evet, diyor ki ‘saatimi çalmışlar’. Polis de tabancasını çıkartıp ‘Dur! Sen çaldın, aşağılık!’ diye bağırıyor birine. Düdük çalıyor. Herkes koşuyor. Hırsızı yakalıyorlar. Biri düşüyor. Tabancadan atışlar duyuluyor.
“Bu kadar mı?” dedi sıcaktan şişmiş beynim.
“Bu kadar.”
“Mükemmel! Usta işi! Şahane!” diye kahkaha attı beynim. “Ama bu öyküyü almazlar çünkü içinde ideoloji yok. Bütün bunları; bağırmayı, tabancaları, düdükleri, koşturmaları eski rejim polisi de yapabilirdi. Nes pa?[3] Benvenuto Cellini[4] yoldaşım.”
Benvenuto Cellini benim takma ismim bu arada. Beş gün önce, bugün gibi sıcak bir günde uydurmuştum onu. Nedense yayınevindeki tüm veznedarlar bu ismi çok beğendiler. Avans defterine, hepsi de ‘Benvenuto Cellini’ yazdı. Mesela şöyle: ‘50 ruble B. Cellini’ye verildi.’
“Ya da şöyle diyelim, faytoncu No: 2579. Şeker tröstlerinden biri çok önemli belgelerin olduğu bir çantayı faytonda unutmuş. Dürüst faytoncu, çantayı şeker tröstüne götürüp teslim ediyor, şeker üretimi yükseliyor ve duyarlı vatandaş ödüllendiriliyor.”
“Hatırlıyorum o faytoncuyu,” dedi öfkeyle iltihaplı beynim, “Markov’un ‘Niva’ dergisinde vardı. Neredeyse beş kere gördük o faytoncuyu, italik yazı da vardı, normal de, ama yolcu şeker tröstünde değil, İçişleri Bakanlığı’nda çalışıyordu.”
“Sus!”
“İşte yayınevine geldik. Bakalım şimdi ne diyeceksin. Öykü nerede… ?”
Sallanan bir merdivenden çıkıp yayınevine rahat bir yürüyüşüyle ve yüksek sesle şarkı söyleyerek girdim:
Senya yüzünden!
Tuğla yüzünden!
Tuğla fabrikasını sevdiiim.
Yayınevinin daracık odasında, sıcaktan yeşillenmiş yayın müdürü, baş editör, sekreter ve başıboş iki kişi oturuyorlardı. Hayvanat bahçesindeki gibi küçük ahşap bir pencereden, kuş burunlu veznedar bakıyordu.
“Tuğla falan çok güzel ama,” dedi müdür, “söz verdiğiniz öykü nerede?”
“Olaya inanmayacaksınız ama az önce sokakta çalındı!” dedim ben ve aynadaki halime bakıp tramvayın altında kalmış bir köpeğe benzediğimi gördüm.
“Para yok,” dedi müdür kuru bir sesle, fakat yüzündeki ifadeden para olduğunu anladım.
“Öykünün konusu hazır,” dedim, sonra yüksek tenor sesle, “Ah ne komiksiniz! Pazartesi bir buçukta getireceğim elbette.”
“Neymiş öykünün konusu?”
“Em… Evde bir papaz yaşıyordu…”
Herkes ilgilendi. Başıboş elemanlar yerlerinde doğruldu.
“E?”
“Ve öldü.”
“Mizah mı?” diye sordu baş editör, kaşlarını çatarak.
“Mizah,” dedim battığımı hissederek.
“Yeteri kadar mizah yazımız var. Sonraki üç sayı dolu. Sidorof yazdı. Macera bir şey olsun,” dedi baş editör.
“Var,” dedim ben çabucak, “tabii ki var, var!”
“Konuyu anlatın,” dedi müdür, biraz yumuşayarak.
“Ö-höm… Bir NEPman Kırım’a gidiyor.”
“Devam!”
Hasta beynimi öyle sıktım ki, içinden su aktı.
“Casuslar bavulunu çalıyorlar.”
“Kaç satır?”
“Üç yüz kadar. Daha az da olabilir. Ya da çok.”
“20 ruble verin, Benvenuto’ya” dedi müdür, “ama öyküyü getirin, ciddi söylüyorum.”
20 ruble… Büyük bir zevkle makbuzu yazmaya başladım. Ama beynim buna hiç katılmıyordu, beynimin kıvrımları küçük kuru bir taşa dönmüş çatlaklarla kaplı başımın içinde öylece duruyordu. Ölmüştü.
Veznedar bana doğru seslendi. Keskin bir kuş sesi duyuldu.
“Sizin Çinizelli[5] adamınıza bir kuruş bile vermem ben! Altmış ruble borcu var!”
“Verin, verin,” dedi müdür.
Veznedar nefret dolu bir bakışla iki onluk banknotu bana uzattı. Bir tanesi yepyeni, parlak, gıcır gıcır, diğeriyse koyu, ortasından yırtılmış.
On dakika sonra Filipov’un mekânında, palmiye ağacının altında tüm gözlerden uzakta oturuyordum. Önüme büyük bir bira kupasını koydular.
“Bir deney yapalım,” dedim ben kupaya bakarak, “biradan sonra canlanmazsa, demek ki sonum geldi. Beynim ölmüştür, bu saçma öyküleri yazmaktan yıpranmış ve tekrar uyanmayacak. Öyleyse, 20 rublemi yiyip ben de öleceğim. Bakalım ölüden avansı nasıl geri alacaklar!”
Bu düşünceyle kendi kendime gülüp bir yudum aldım. Sonra bir yudum daha. Üçüncü yudumumda canlı bir güç şakaklarımda attı, damarlarım şişti, kemik kutusundaki kafamın sarıları yeşerdi.
“Yaşıyor musun?” diye sordum ben.
“Yaşıyorum,” diye fısıldadı beynim.
“E, haydi o zaman öyküyü çıkart bakalım!”
O anda yanıma çakı satan topal biri yaklaştı. Bir buçuk rubleye bir tane aldım. Sonra sağır birinin sattığı ‘Sağıra yardım edin’ yazılı sarı zarf içindeki kartpostallardan iki tane aldım.
Kartın birinde pamuk gibi karlı bir Noel ağacı, diğerindeyse küçük parlak boncuklarla kaplı kocaman kulaklı bir tavşan vardı. Tavşana sevgiyle bakarken, köpüklü bira damarlarımda kanıma karışıyordu. Pencereler güneşten parlıyor, asfalt eriyordu. Sağır dilsiz adam kafenin girişinde, topal adama öfkeyle:
“Çık git buradan çakılarınla! Benim Filipov’umda nasıl satış yaparsın! Hakkın yok! ‘Eldorado’ya git.”
“Varsayalım ki öyle… sokak homurdanıyordu, bir motorcu ıslık gibi geçti yandan. Sarı, parlak aynalı, işlemeli bir tabut (otobüs hakkında)!”
“İyi gidiyor,” dedi kendine gelen beynim, “bir tane daha bira söyleyelim, kurşun kalemi sivrileştir, devam edelim… İlham, ilham!”
Birkaç dakika sonra ilham kafenin sahnesinden aktı; Schubert ve Tausig’in askerî marşı, gümüş çatal bıçağın tabaktaki çınıltısıyla dökülüyorken.
“İllüstrasyon” diye bir öykü yazdım, beynim askerî marş söylüyordu:
Ne dersiniz, senyorum?
İlhamımız var mı yok mu?
Nedir düşünceniz?
Sıcak! Sıcak!
[1] Mosselprom: Taşrada bulunan kooperatifin Moskova’daki yönetimi. Bu kooperatif çoğunlukla tütün, şeker, un ve bira fabrikalarını yönetirdi. –çn.
[2] Selter: Doğal maden suyu. Sovyet’te her ürünü yalnızca tek bir firma ürettiği için, o ürünler bir süre sonra marka adıyla anılır hale geliyordu. –çn.
[3] Fr. “N’est-ce pas?” şeklinde yazılır, “nes pa” diye okunur. “Öyle değil mi?” anlamına gelir. –çn.
[4] Maniyerist dönemin önemli sanatçılarından. Heykeltıraş, ressam, şair ve müzisyen. Alexandre Dumas’nın onun hayatından etkilenip yazdığı bir romanı ve Hector Berlioz’un onun adına yazmış olduğu bir operası vardır. –çn.
[5] St. Petersburg’daki kalıcı sirk. –çn.