Türk Romanında Tarihselliğe Yaklaşım Türleri

121
türk romanında tarihselliğe yaklaşım

“Türk Romanında Tarihin Gerçeklik Boyutu”

Hikmet Temel Akarsu
İstanbul, 15 Nisan 2015

Yazının İngilizce versiyonu

Roman nedir; ne değildir?
Roman sanatı nedir? Ne değildir? Böylesi bir sualin verilebilecek biricik, kapsayıcı ve net bir yanıtı olamaz. Fakat neyin roman olmadığını söyleyebilmek için her zaman sarih görüşlerimiz vardır. Roman sanatının başlangıç ve yükseliş yıllarındaki empresyonist anlatı onun, gerçeği gözler önüne tanrısal bir bilgelikle seren “adaletli”(!) bir edebi form olarak algılanmasına yol açmış olsa bile; edebiyat bilgisi ortalama düzeyde olan kişiler bile bilirler ki roman özünde kurgusal bir yaratıdır. Kurgusal bir yaratıdan tastamam gerçeği yansıtması beklenemez. Roman sanatında da; tıpkı diğer sanat dallarında da olduğu gibi gerçeğin bir bölümü tahrif edilerek, yok sayılarak ya da yerine bambaşka unsurlar yerleştirilerek farklı algısal uzamlara girmemize, farklı sentezlere ulaşmamıza ve hayatın farklı yönlerini algılamamıza kapılar açan bakış açıları geliştirilir.

İşte roman sanatını büyük yapan budur. Tanrısal bir müdanasızlıkla gerçeği tahrif etme cüreti! Ve bu tahrif edilmiş yeni uzamda, yazgısı üzerinde umarsızca düşünen âdemoğluna yeni bakış açıları vermesi; yeni yaşamsal algılar kazandırması; yeni varoluş modelleri sunması…

Bu, aslında bir matematik problemini çözebilmek için, varolmayan bir faktoriyeli varmış gibi kabul ederek kurduğumuz sayısal denklemler içerisinde mantıklı çözümlere ulaşabilmekten farksız bir şeydir. Dolaysıyla roman sanatı soyut kabuller ve varsayımlardan yola çıkarak kurduğu parodi bir dünyanın sorunsallarında test ettiği insanlık durumlarını bizim küçük, hazin, trajik hayatlarımıza uyarlayarak yeni yaşamsal klavuzlar edinmemize olanak sağlar. Hayatın farklı boyutlarını ve hayata farklı bakışları öğrenmemizi sağlar. Bu yönüyle de bizi bilgeleştirir, geliştirir, tasavvur dünyamızı varsıllaştırır ve bizi yaşamsal sorunsallara karşı daha mukavim kılar.

Söz konusu soyut dünyalar kimi zaman gerçeğin önemli bir bölümünü iktibas edebilir. Ya da doğrudan gerçek hayatı anlatıyormuş edasıyla yola çıkmış da olabilir. Bu bile sonucu değiştirmez. Çünkü anlatılan dünya, anlatanın dünyasıdır. Dolayısıyla gerçeğin birebir aynısı olamaz. Yani gerçeği anlatmaya soyunmuş bir yazar bile aslında bilerek ya da bilmeyerek kendi öznel dünyasını anlatır ve bu, kendisi dışındaki herkes için “reel” gerçeklikten farklıdır. Çünkü her insan gerçekliği farklı bir şekilde görür.

Gerçeği; tamamen gerçeği hikâye etmeye koyulmuş bir yazarın yaratısına bile şüpheyle bakıyorsak ve eserini, öznelliğin bir başka boyutunu dile getiren bir başka fâninin yapıtı olarak görüyorsak eğer; o halde gerçek nerede?!… Daha yakıcı bir sual de şudur: Uygarlığımız ve geçmişimiz hakkındaki fikirlerimizi meydana getiren tarih bilincimizin oluşmasına büyük bir bileşke kuvvet veren Tarihî roman gerçekliğin neresinde?

Ve bir soru daha: Yüz yılı aşan mazisinde Türk romancısı tarihi gerçeklere ne kadar bağlı kalmış, ne kadar yorum katmış, ne kadar tahrifat yapmış ve tüm bunları hangi amaçla; ne için yapmıştır? Tarihi deforme ederken; eğip bükerken; yepyeni roman kahramanları ile teçhiz ederken hangi sanatsal gailelerin içinde olmuştur?! Beyninin arkasındaki temel düşünsel izlek aslında ne olmuştur?!

Bunu analiz edebilmek için Türk romanında tarihselliğe yaklaşım türleri başlığı altında bir model kurarak bir sistematik geliştirmeye; buradan sonuca varmaya; konuyu incelemeye çalışacağız. Türk romancısı tarihe nasıl yaklaşmıştır ve gerçekliğin hangi bölümüne temas etmiştir onu anlamaya çalışacağız… 

Türk romanında tarihselliğe yaklaşım türleri
Roman burjuvazinin sanatıdır. Pek çok saygın eleştirmene göre roman sanatının başlangıcı sayılan Cervantes’in Don Kişot’u da “proto-kapitalistler” sayılan ilk kâşiflerin hemen ardına denk gelmektedir. Kapitalizmin gelişmesi, kökleşmesi, yayınlaşması ve burjuva sınıfının Amerikan ve Fransız ihtilallerinin ardından iktidarı ele almasıyla beraber roman sanatı görkemli dönemine erişmiş; 19. yüzyıl adeta roman sanatının yüzyılı olmuştur.

Fransız Burjuva İhtilâli’nin dalgalarının Türkiye’de kıyıya vurması için yüz seneden fazla bir zamana gerek olmuş, bu sürenin sonucunda da kırk küpün altındaki küp çekilmişçesine yer yerinden oynamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılması ile neticelenen bu süreç sonucunda Türkiye on yıllar süren savaşlarda en iyi yetişmiş evlatlarını üç kıtada vatan topraklarını savunmaya çalışırken yitirmiştir. 1911’de başlayıp 1923’de biten ve elimizde sadece anayurt Anadolu’nun kaldığı bu felaketler çağı yaşanırken eşzamanlı olarak ecnebi orijinli bir ticaret burjuvazisi ve ilk örneklerini veren Türk romanı da ortaya çıkmaktadır. O nedenle söz konusu inhitat çağı Türk romanında yoğun bir şekilde ele alınmıştır ve Tarihi romanımızın ilk örnekleri bu dönem anlatılarından oluşmuştur.  

İnhitat (Çöküş) Romanları
Yaşanılan zamanın hemen sonrası ile yaklaşık 60 yıl sonrasına kadarki dönemlerde yazılan anlatılar tarihsel gerçekliğe dair çok önemli ipuçları verir. Buna en güzel kanıtlardan biri Tolstoy’un ölümsüz başyapıtı Savaş ve Barış’tır. Bizdeki inhitat çağı romanlarının da böyle bir özelliği vardır. Bu romanların ortak özellikleri yaşanan tarihsel dönemin 10 ilâ 60 yıl sonrası gibi kaleme alınmış olması ve yazarına geniş tanıklıklar ve araştırma imkânları tanıyor olmasıdır. Canlı tanıklarla konuşma yapma imkânı sağlamasıdır.

Bu özellikleri taşıyan anlatılarımız arasında tam olarak roman formuna uymasa da Falih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı çok önemlidir. Doğrudan yaşamsal tanıklıklardan kaynak alan Zeytindağı kısaca Kudüs’ün elden çıkışını anlatır. Beyhude cephelerde, nafile savaşlarda kırılan askerlerimizin hazin hayali gözlerimizin önünde, gözyaşlarına boğularak okuruz bu değerli anlatıyı. Falih Rıfkı Atay’ın Kanal Seferi ve Birinci Dünya savaşına dair başka pek çok anı-roman diyebileceğimiz anlatısı vardır ve bu tanıklıklar gerçeğe oldukça çarpıcı bir şekilde ışık tutmaktadır. Falih Rıfkı Atay; bilahare Çankaya sofralarının konuğu olarak devlet ricaline intisab ettiği için ve modern devletin uygulamalarında bir resmi tarihçi sıfatı ile görev aldığı için edebiyat söyleminde bağımsızlığını yitirmiş bir yazar olarak tavsif edilir ve daha sonraki anlatıları pek önemsenmez. Lakin yine de Çankaya gibi yapıtlarında modern cumhuriyetin ilk uygulamalarına dair çok değerli bilgilere ulaşmak mümkündür.

Söz konusu intihat dönemini anlatan yazarlar arasında Yakub Kadri Karaosmanoğlu’da ön sıralarda gelir. Gerek İstanbul’daki İngiliz işgalini anlattığı Sodom ve Gomore adlı romanında gerekse de Yaban adlı Kurtuluş Savaşı romanında bize işlek kalemi ile çarpıcı tarihi anlatılarda bulunur Yakub Kadri. İşgal İstanbulu’ndaki dekadans ve çürümeyi betimleyen çok değerli bir kitaptır Sodom ve Gomore. İngiliz subaylarıyla metres hayatı yaşayan düşük kadınlar, Türk tebaaya celâllenen ekalliyetler, Pera’da işret âlemleri ve ne yapacağını bilemeyen mağlup bir toplumun hazin haleti; hepsi de gerçek birer ibret meselidir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan Kolordusu’nun Anadolu’nun derinliklerindeki ilerleyişini anlatan Yaban ise uzun yıllar Türkiye’de adeta kurucu metin sayılmış ve milli eğitimin okullarda tavsiye ettiği kitaplar arasında yer almıştır. Gerçekten de Yakub Kadri’nin kıvrak kalemi, çarpıcı tiplemeleri, edebi mahareti eşsizdir ve Yaban zevkle okunan bir romandır. Fakat Yaban romanını okuyup kapattığımızda birdenbire Türkiye’de cumhuriyet döneminde halk ile elit arasındaki gerilimin neden bir türlü dinmediğini ve sonunda bunun bir kırılmaya doğru evrildiğini anlarız. Yaban, belki tarihsel tanıklıklar adına çarpıcı bilgiler veren bir romandır lakin paradigmatik özelliklerini savunduğu modern devletin, kendi halkına yabancılaşmasını desteklemesi ve jakobenizme yaptığı iltifat ile bugün için tezleri demode olmuş bir romandır.

İnhitat çağı romanları arasında Mithat Cemal Kuntay’ın öncesiyle sonrasıyla mütareke İstanbul’unu anlattığı romanı Üç İstanbul da önemli bir yer tutar. Dönemin özelliklerini ve yaşam algısını realistik bir çerçevede veren başarılı; varsıl bir anlatıdır Üç İstanbul.

Nahid Sırrı Örik’in Sultan Hamid Düşerken adlı romanı bu fasılda zikretmeye değer romanlar arasındadır. Nahid Sırrı, cumhuriyet ile arası hoş bir romancı değildi. O nedenle itibarı ancak 80’lerden sonra iade edildi ve âsarı yaygın olarak okunmaya başlandı. Lakin Sultan Hamid’in düşüşünü anlattığı romanı bize tarihimizin söz konusu dönemine dair çarpıcı bir kompozisyon sunar. Mutlaka okunması gereken romanlardandır.

İnhitat Çağı romanları arasında kuşkusuz Esir Şehrin İnsanları ve Yorgun Savaşçı gibi işgal yılları romanları ile Kemal Tahir’i de anmak gerekir. Lakin Kemal Tahir’in Türk romanı içindeki özgün ve çok önemli yerini betimlemek için inhitat romanları faslı yeterli değildir. Onu başka bir fasılda ele alacak ve en önemli tarihi roman yazarımız olmasının nedenlerini ve tezlerini anlatmaya çalışacağız.

Necati Cumali’nin Balkan mağlubiyetimizi hazin bir roman halinde anlattığı; hepimizi göz yaşlarına boğan Viran Dağlar belki de söz konusu İnhitat romanlarının en içlilerinden biridir. Kaybolup giden yarı vatan, Rumeli’nde susan ezan ve Makedonya’nın son Osmanlı beyi Zülfikar Bey’in hüzünlü öyküsü… Gerçekten de çok içlidir. İnsanı durduk yerde ağlatır.

Benzer şekilde Halide Edip’in Vurun Kahpeye, Ateşten Gömlek gibi kitapları tarihî roman olsunlar diye kaleme alınmamış olsalar da bugün bizlere tıpkı birer tarihi roman gibi geniş gözlemler sunmaktadırlar.

İnhitat anlatıları arasında Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sını da saymak gerekir. Kuşkusuz yazarın Osmanlı’nın kuruluş yıllarını anlattığı Osmancık adlı yapıtı da bu fasıldan olmamakla birlikte değerli tarihî romanlar arasında kaydedilmelidir.

Attila İlhan’ı da inhitat çağı romanları arasında Dersaadette Sabah Ezanları ile anmak gerekir. Lakin Attila İlhan söz konusu döneme ait inhitatı benzersiz bir estetik dille kaleme alır ve olağanüstü bir edebi belagat sergilerken roman sanatının nesnellik yollarına ram olmaktansa siyasal mefkûrelere gönderme yapmayı tercih eder. O yüzden onu da daha ziyade mefkûreciler başlıklı fasılda incelemek iktiza eder.  

Naifler 

Artık olan olmuş; Devlet-i Âli yıkılmıştır. 930’lar-940’lara doğru evrilinmektedir. İnkılâplar devrededir. İnkişaf eden bir ticaret burjuvazimiz de vardır.  Çağın öyküsüne ve yeni kurulan modernist devlet yapısına uygun bir burjuva milliyetçi tarih bilinci gerekmektedir. O nedenle geniş kitlelerde milli aidiyet ve heyecan uyandıracak naif tarihi romanların devri gelmiş çatmıştır. O yıllarda topluma tarihi sevdiren yazar olarak bildiğimiz Ahmet Refik Altınay art arda eserlerini verir. Ahmet Refik Altınay doğrudan tarihe adanmış bir yazınsal serüven sürdüren ve bunu başarıyla deruhte edip toplumda büyük sempati uyandıran pek çok eser yazmış olan bir tarih öğretmenliği kökenli tarihçi-hikâyecimizdir. İnanılmaz tatlı bir üslubu, geniş tarih bilgisi, derin araştırmaları, neşeli, tutkulu bir anlatımı vardır. Tarihi hikâyelerin topluma sevdirilmesinde ve milli tarih bilincinin yeniden yükselişe geçmesinde büyük katkısı olmuş emsalsiz bir yazardır. Önemli yapıtları: “Bizans Karşısında Türkler“, “Sokullu“, “Cem Sultan“, “Âlimler ve Sanatkârlar“, “Kadınlar Saltanatı“, “Felaket Seneleri“, “Lale Devri” gibi naif, zaman zaman hamasî, milli aidiyet uyandırıcı ve coşkulu eserlerdir. Dolayısıyla Ahmet Refik Altınay, tarihî anlatı sanatımız içerisinde çok özgün bir yer işgal eder ve naifler arasında en önde yer alır.

Daha sonraki dönemde ise Aptullah Ziya Kozanoğlu gibi bambaşka bir büyük yetenek devrededir. Kozanoğlu adeta bir yazı makinesidir. Aslında mimar ve müteahhittir. Lakin benzersiz bir yaşam enerjisi ile doludur. İçinde barındırdığı çocuksu coşkunun de etkisiyle sayısız tarihi roman yazar. Bunlar içinde şimdilerde bile filme çekilmeye devam eden tiplemeler vardır. Malkoçoğlu en önemlileriyse de aralarında, Kızıl Tuğ, Patronalılar, Battal Gazi, Atlı Han, Kozanoğlu, Savcı Bey, Türk Korsanları, Seydi Ali Reis, Cengiz Han’ın Hazineleri, Hülâgu’nun Gözdesi, Bozkurt’un İntikamı, Kızıl Kadırga gibi sayısız sergüzeşt romanı vardır. Bu romanların ortak özelliği çocuksu bir coşkuyu, hamasî bir duygu dünyasını, naif entrikaları, klişe öyküleme tekniklerini harman edip olağanüstü ajite edici, duygusal ve milli birer hikâye halinde sunabilmesindedir. Batılı anlamdaki fantastik tarihi kurgunun ilk örneklerine de Kozanoğlu’nda rastlarız. Neticede Aptullah Ziya Kozanoğlu işlevsellik anlamında doğru bir zamanda doğru yerde bulunmuş ve tarih bilinci edinerek ulus devletini oluşturma gayreti içindeki modern toplumun popüler romanlarının yaratıcısı olmayı başarmıştır.

Daha sonra Feridun Fazıl Tülbentçi gibi başka hamasî tarih yazarları da çıkmış ve Tarihe Şan Veren Türk, Barbaros Hayreddin Geliyor, Büyük Türk Zaferleri, Türk Tarihinden Sayfalar gibi pek çok hamasî yapıtla ortamı şenlendirmiştir. Ama hiç kimse bu alanda Aptullah Ziya Kozanoğlu kadar verimli olamamıştır.

Bu ekolün arkasından gidenler daha sonra çizgi romana da el atmışlardır. Kozanoğlu’nun bazı kahramanlarının çizgi romana dönüştürülmesi çabasından çok daha ötelere gidilerek Karaoğlan, Tarkan, Kara Murat, Durakoğlu, Koca Yusuf gibi çizgi roman tiplemeleri yaratılmıştır. Bunlar arasında Suat Yalaz’ın “Altaylardan Gelen Yiğit” mottolu Karaoğlan’ı,   Sezgin Burak’ın “Attila’nın Elçisi” mottolu Tarkan’ı ve Rahmi Turan’ın “Fatih’in Fedaisi” mottolu Kara Murat’ı toplumda büyük ilgi alaka görmüş adeta baş tacı edilmiştir. Bu kahramanların bugün bile film uyarlamaları yapılmakta, kitapları yayınlanmaktadır.

Tüm bu naifler, çocuksu bir sanatsal algıyla da olsa Türk okuruna tarihî romanı sevdirmenin ilk basamaklarını oluşturmuşlardır. Kuşkusuz bu naiflerde gerçekliğe ait pek fazla bir şey aramamak gerekir. Naiflerin yapıtlarında gerçeklikten daha önemli olan coşku, romantizm, hamâset, ajitasyon, macera duygusu ve milli gururun okşanmasıdır. O nedenle bu tür eserlerde Bir Türk Cihana Bedeldir, Türk Yenilmezdir ve Tanrı Türkü Korumaktadır. 

Dolayısıyla tarihsel romanda gerçeklerden en çok uzaklaştığımız türler naiflerin eserleridir. Bu tür popüler anlatılarda gerçekliğe dair herhangi bir şey aramaya kalkmak da zaten abesle iştigalden başka bir şey değildir. Hayatın zalim bir cilvesi olsa gerektir ki; toplumları bir arada tutan ve ruh birliği oluşturan tarih bilinci işte en çok bu gerçekle alâkası olmayan naif anlatılardan neşet eder. Bu durum, Türkiye için ne kadar böyleyse; diğer kültürler için de aşağı yukarı aynı şekildedir.

O yüzden toplum mühendisleri bu tür naifleri çok severler. 

Mefkûreciler 

Tarihî romanın ortaya çıkardığı kültürel bilinç ve aidiyet duygusu çok etkili olduğu için siyasal mefkûreleri uğrunda yazınsal dünyalarını kurmuş edebiyatçılar arasında tarihi roman yoluyla toplumu forme etmek ve bu bağlamda kitleleri ideolojik bir yönelime sokmak eğilimi hep olmuştur. Aslında bu eğilim ama az ama çok her yazarda biraz vardır. Her yazar ister istemez, verdiği yapıtla geniş kitleleri kendi siyasal kültürüne yaklaştırmak ister.

Bunu en çarpıcı şekilde yapanlar arasında en başta Nihal Atsız’ı saymak gerekir. Nihal Atsız gerçek bir mefkûreci ve tavizsiz bir Türk milliyetçisidir. Eserlerini verdiği zamanlar da  dünyada milliyetçi akımların gözde olduğu dönemlerdir. O da bu mefkûreleri doğrultusunda yazar ve inanılmaz duygusal yoğunlukta, şaşırtıcı estetik boyutta romanlar ortaya çıkarır. Bozkurtların Ölümü ve Bozkurtların Dirilişi emsalsiz ajitasyon gücüne sahip, son derecede başarılı romanlardır. Bugünkü Türkiye’de bile milliyetçi hareketin en büyük motivasyonunu bu romanlar sağlamaktadır. Lakin günümüz düşünsel algısına göre Nihal Atsız’ın fazlaca radikal olduğunu kabul etmek gerekir. Kimi görüşleri dolayısıyla ırkçı sulara yelken açtığı bile iddia edilebilir ki bu eğilimler günümüz dünyasında hoş karşılanmamaktadır. Onu yaşadığı devrin kriterleri ile değerlendirmek ve orada bırakmak daha doğru olacaktır.

Bir anlamda sanatını modern cumhuriyetin ve İnkılab’ın başarısına adamış Attila İlhan’ın da eserlerinde daima Kuvva-yı Milliye ruhu ile hareket eden kahramanlar övülür, milli mücadele göklere çıkarılır ve işbirlikçi, monden ve snob bir münevver çeşidi hicvedilir. Attila İlhan Türk dilini o denli virtüozca kullanan o denli büyük bir ozandır ki; eleştirellik adına gerçekliklerden uzaklaşmış romanlarını bile o harikulade üslupçuluk uğruna okumaya doyamayız. Onun Birinci Dünya Savaşı ve hemen sonrasını anlattığı“Dersaadette Sabah Ezanları” İkinci Dünya Savaşı dönemini anlattığı “O Karanlıkta Biz” ve Cumhuriyetin ilk dönem aristokrasisine dair sosyal kesitler verdiği “Haco Hanım Vay” gibi romanlarını bu mefkûreci, eleştirel, siyasal çizgide görmek gerekir.

Son yıllarda yayınladığı Şu Çılgın Türkler, Diriliş gibi popüler romanları ile Turgut Özakman’ı da aynı çizginin daha az edebî olan bir versiyonu olarak değerlendirmek ve bu fasılda saymak kâbildir.

Farklı bir siyasal damardan aksa da benzer kimi hamasi ve popüler romanları ile Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yılmaz Öztuna’yı da mefkûreciler arasında saymak iktiza eder.

Mefkûreciler’e son olarak yayımlamış olduğu Muhafazakâr Sanat Manifestosu ve bu doğrultuda kaleme aldığı anlaşılan Katre-i Matem, Şah ve Sultan, Od, Barbaros gibi tarihi romanları dolayısıyla Profesör İskender Pala’yı da eklemek gerekir. Fakat kendisi ile ilgili, nitelikli bir değerlendirme yapmak için fazlasıyla erken olduğundan dolayı bu konuyu fazlaca irdelemek şu aşamada uygun değildir.

Kısacası tarihi roman sanatımızda milliyetçi, ulusalcı ve Osmanlıcı mefkûreler doğrultusunda ön almış yazarlar vardır ve bunların anlatıları gerçeğin bazı noktalarına çarpıcı vurgular yapmakta, toplumu derinden etkilemektedir. 

Tezliler

Türkiye’de adı tarihi romanla özdeşleşmiş bir yazar varsa o da Kemal Tahir’dir. Kemal Tahir’in tarihî roman üzerine tezleri o denli çok tartışılmış, o denli büyük kitleleri etkilemiştir ki en sonunda edebiyatımızda “Tahirîler” diye bir kavram ortaya çıkmıştır. Yani Kemal Tahir takipçileri… Kemal Tahir otantik Türk diline vurgu yapan, sade fakat gür bir söyleyişe sahip, çok etkileyici bir üslupçuluk kullanan emsalsiz bir yazardır. Maskülen, hoyrat; buna mukabil estetik ve etkileyici bir dili vardır.

Kemal Tahir sosyalist bir yazar olmasına rağmen diğer sosyalist düşünür ve yazarlar gibi klişelerin ve zorlama ideolojilerin tutsağı olmamayı başarmış, doğru bildiği yoldan gitmeyi  seçmiş bir yazardır. Ona göre Marksizmin iki ayağından biri olan Tarihsel Materyalizm’in doğal süreci olan köleci toplum, feodal toplum, burjuva toplumu, proleterya zinciri Türkiye’de Avrupa’daki gibi gelişmemiştir. Dolayısıyla klasik Marksist tezler Türkiye için geçerli olamaz. Bizim özgün tarihsel mazimizden dolayı özgün bir sosyalist algımızın olması gerekir. Kemal Tahir’in yaşadığı dönem için oldukça cüretkâr gözüken bu fikirler onun İsa’ya da Musa’ya da yaranamamasına sebep olmuştur. Hem sosyalistler, hem sağcılar hem de devlet Kemal Tahir’e kuşku ile bakmıştır. Zaten komik bir gerekçe ile on iki yıl hapiste yatırılmıştır. Fakat yine de Devlet Ana gibi emsalsiz bir kurucu metin ortaya çıkarmayı başarmıştır. Kemal Tahir, Türk edebiyatındaki Osmanlıcılığın da ilk başlatıcısı olarak değerlendirilebilir. Osmanlıyı selefimiz olarak görür. Ama o bu görüşleri siyasal mefkûreler ve bireysel gayeler uğruna değil; gerçekten böyle olduğuna inandığı için böyle dile getirir. Sonuçta bugün diyebiliyoruz ki Kemal Tahir’in Devlet Ana’sını okumamış ve anlamamış biri bizi asla anlayamaz. Bizim neden farklı ve özgün olduğumuzu kavrayamaz.

Devlet Ana’da Kemal Tahir, Osmanlılar’ın daha devlet olmadan önceki göçer yaşamının içine girer ve oradaki pastoral öyküler arasında bize mikro-sosyolojik fasadlar verir. Üslupçuluğun alevlendirdiği ruhsal dünyalar coşar ve ülke, millet, devlet sevgisine dönüşür. Türk toplumundaki devlet sevgisinin ve devletin ana olarak görülmesinin bilinçaltı koordinatlarını buluruz söz konusu romanda. Dolayısıyla bu eşsiz yazarın Devlet Ana’sı tüm diğer değerli romanlarını; Yorgun Savaşçı’yı, Esir Şehrin İnsanları’nı, Rahmet Yolları Kesti’yi vs. öteleyerek gerçek bir kurucu metin olarak ortaya çıkar.

Edebiyat gibi soyut bir sanat aracılığıyla, gerçeğin kalbine yolculuk, ancak bu kadar mahirane yapılabilir! Bize anlattıkları belki hayaldir; ama bu hayaller gerçek hakkında o kadar güçlü ilhamlar verir ki bizi hakikaten biz yapar. İşte edebiyat zaten tam da budur!

Doğrudan tarihî romanlar yazan bir romancı olmasa da yazdığı iki önemli romanla kültürel hayatımızda derin izler bırakmayı başarmış bir yazar olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ı da tezliler faslında saymak iktiza eder. Ahmet Hamdi Tanpınar, esasında roman sanatına münhasır bir yazınsal serüven sürdürmez. O daha ziyade çok önemli bir entelektüel, çok önemli bir estet;   çağının ilerisinde bir fikir adamı olarak toplumu aydınlatır. Beş Şehir gibi çok önemli deneme kitapları ve derin duyarlılığa sahip şiirleri vardır. Lakin Saatleri Ayarlama Enstitüsü adlı romanında Türkiye’deki toplum yapısında meydana gelen derin yarılmayı ve kalıcılaşan fay hattını tespit etmeyi başarmıştır. Buna rağmen siyasal iklim dolayısıyla uzun süre gölgede kalmış; ancak 20. yüzyılın üçüncü çeyreğinden sonra yeni okumalara tâbi tutularak baş tacı yapılmıştır. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, genç Cumhuriyet’in kimi uygulamalarının parodisini yaparak oluşan yeni düzenin paradigmasına ciddi eleştiriler getirir. Başlarda değeri tam anlaşılamayan bu eleştiriler; post-modern çağa doğru yaklaşıldığı sırada keşfedilerek göklere çıkarılmış, itibarı iade edilmiş ve yazdığı iki roman dolayısıyla Tanpınar Türk edebiyatının en büyüklerinden biri ilan edilmiştir. Kanaatimce Tanpınar, ülkenin yetiştirdiği en önemli münevverlerden biri olmakla birlikte Saatleri Ayarlama Enstitüsü dışındaki romancılığı biraz abartılmıştır. Bunda siyasal gayelerin rolü olmuştur.

Türkiye’nin son dönem siyasasını önemli ölçüde etkileyen çok önemli tezlerin sahibi olarak Necip Fazıl Kısakürek’e bu fasılda değinmek gerekse de, onun tek romanı olan Aynadaki Yalan’ın bir tarihi roman olmaması dolayısıyla bunu sadece kaydetmekle yetinmek gerekmektedir. Onun Siyasal İslam’ın öncel tezlerini oluşturan Büyük Doğu serüveni, şiirleri, oyunları ve konferans metinleri ayrı bir makale konusu olabilir.

Post-modernler

Giderek devran dönmektedir. 1945’de İkinci Büyük Savaş’ın bitişi aslında modernitenin de sonudur. Kültürel yansımalar ve ayak diremeler ardı sıra gelecek olsa da çok açıktır ki artık üretim ilişkileri değişmekte, devletler sistemi dönüşmekte, modern cumhuriyetler değişmektedir. Tüm ülkeler serbest seçimlere dayalı demokrasiye, piyasa ekonomisine, serbest dolaşıma, açık topluma, kısaca küreselleşmeye doğru adımlar atmak zorunda kalırlar. Bu yeni çağın sanatının adı da birkaç on yıla kalmadan belli olur: post-modernizm. Yani modernizm sonrası.

Post-modern sanat bir nevi bezemecilik, bir nevi, toplayıcılık, bir nevi pragmatizm, bir nevi piyasacılıktır. Yani insanlık kültürünün bütün ürünlerini iktibas etmeyi ve içselleştirmeyi, taklit, kopya ve parodiyi, iç içe hikâyeleri ve hatta tarihi yeniden yazmayı doğal görür.

Orhan Pamuk post-modern çağ sanatını ilk kavramış ve içselleştirmiş ve bunun en yetkin örneklerini vermiş yazarımızdır. İlk romanı Cevdet Bey ve Oğulları bir tarihî roman sayılmasa da; yine de bir “Buddenbrucks” tarzı bildungsroman olarak cumhuriyetin ilk dönem burjuvazisi hakkında içeriden bilgiler verir. İkinci romanı Sessiz Ev ile yavaş yavaş tarihe ilgisini arttıran Pamuk, Beyaz Kale adlı romanı ile gerçek bir tarihî post-modern roman yazmış olur. Hikâye İstanbul’lu bir soyluya köle olarak satılmış bir Avrupalı’nın efendisi ile arasındaki ilişkisini anlatır. Roman temaları, kaygıları, üslubu ve tarzı açısından post-modern sanatın başlangıcının ilanı gibidir. Tanıtım kampanyaları da endüstriyel edebiyatın gerektirdiği şekilde yapılır. Kitap çok satar. Müteakip eser Kara Kitap’ta el daha da büyütülür. Katmanlı bir anlatı ile bu sefer tam bir post-modern sanat yapıtı üretilmiştir. Eser karmaşık, Türkçe ise sıkıntılıdır. Piyasa yine imdada koşar. Endüstriyel edebiyatın “Pr” mekanizması harekete geçer ve on binlerce satılır kitaptan. Daha sonra benzeri kitapları ve kampanyaları devam eder Orhan Pamuk’un. Benim Adım Kırmızı’sı ise gerçek bir tarihî romandır ve post-modern edebiyatın zirvelerinden biri sayılabilir. Dokuz karlı kış gününde İstanbul’da nakkaşlar arasında geçen hikâyede Firdevsî’nin Şahname’sinden esinlenmeler görürüz. Fakat yazar, resim bilgisi ve emekle, gerçekten gergef gibi dokumuştur kitabı ve bize bambaşka bir tarihsel İstanbul sunmaktadır artık. Bu, bizim bildiğimizden çok farklı, çok etkileyici bir İstanbul’dur.

Daha sonra Nobel’e göz kırpan romancımız, Türkiye’deki o günkü devlete eleştiriler getirerek Nobel jürisinin gönlünü kazanacağını düşünmüş olmalı ki Kar adlı romanı yazar ve Türkiye’ye verir veriştirir. Kar romanı Türkiye’nin o günkü gerçeklerine aykırı pek çok bilgi ile dolu olsa da yabancılar buna bayılırlar. Çünkü aradıkları yazarı bulmuşlardır. Sonra olanları herkes biliyor. Orhan Pamuk çeşitli medyalarda Türkiye’yi eleştirir ve tek bir üyesinin bile Türkçe bilmediği bir jüri tarafından Nobel “Edebiyat” Ödülü ile taltif edilir.

Orhan Pamuk’un tarihsel anlatıları içerisinde en çok ciddiye alınması gereken eseri ise roman olmayan bir yapıtı “İstanbul Hatıralar ve Şehir”dir. Bir burjuva ailesinin kimliğinde varsıl bir İstanbul kesiti sunar bize Orhan Pamuk bu anı kitabında. Onun dışında anlattığı tarih anlatıcılığı tamamen post-modernlere yaraşır bir bezemecilik ve kolajdan ibaret sürreal bir yaratıdır. Gerçekle alâkası olmayıp onun deforme edilmiş bir imitasyonudur. Belki bunun bir tek istisnası en son romanı Masumiyet Müzesi’nde yürüttüğü 70’ler derleyiciliğidir. Söz konusu romanda yakın tarihimizde yer alan bir sosyal kesim olan Nişantaş burjuvazisine dair mikro-sosyolojik anlamda betimleyici, koleksiyoner edâlı, tutkulu bir edebî dil göze çarpar.

Post-modernler arasında en önemlilerden bir başkası da İhsan Oktay Anar’dır. Akademisyen kökenli bu yazar Orhan Pamuk’un aksine daha içe dönük bir yazı serüveni sürdürür. Osmanlıca’nın mülemma tarzında; parodi bir dilini kullanır ve dile hâkimiyeti olağanüstüdür. Kendi kurduğu yeni Osmanlıca dilinde yazdığı Puslu Kıtalar Atlası adlı romanda harikalar yaratmış ve post-modern bir tarih canlandırması yapmıştır. Daha sonraki eserlerinde bunun tekrarını denemiş, Amat adlı tarihsel romanında ise harikulade bir denizcilik gotiği yazmayı başarmıştır. Daha sonra çıkardığı Suskunlar ve Yedinci Gün adlı romanlarında düşüş göstermiş, aynı başarıları tekrar edememiş, bilakis kendi kendini tekrar etmiştir. Anlattığı post-modern düşler dünyasını okumak zevkli ve edebi haz vericidir. Ancak anlattığı her şey post-modern bir illüzyondan ibaret olup gerçekliğin hiçbir yerinde değildir. Yani Anar, Orhan Pamuk’dan da ötede tipik bir post-moderndir.

Post-modernler arasında Elif Şafak’ı da zikretmek gerekir. Şafak; uzun yıllar Anglo-sakson dünyada yaşamış; buna mukabil Mevlana konusundaki doktora tezinden yola çıkarak pek çok roman yazmayı bilmiştir. Anlatılarında “new-age” yaşam koçluğu ile post-modern bezemeciliğin alafranga bir terkibi hüküm sürer. Eserleri büyük satış rakamlarına ulaşmıştır. Kanaatimce bunda çağın rüzgârlarına uygun; “ana akım – popüler” söylemler üzerinden gitmek etkili olmuştur.

Oryantalistler

Türkiye ve tarihî roman sözcükleri yan yana geldiğinde oryantalistleri saymamak olmaz. Bilindiği üzre Doğu’nun egzotik geceleri, haremlerde sürdürülen efsanevi yaşamlar, Binbir Gece Masalları’nın hâlâ silinmemiş imgeleri ve heyecan dolu erkekler dünyasında tutsak edilmiş gizemli kadınlar daima Batılılar’ın düşler dünyasını süslemiştir. Batılılar’ın Doğu’ya bakışlarında etkili olan imgelerin galebe çaldığı bu tür anlatılara Oryantalist anlatılar denmiştir. Bunun resimde, sinemada da karşılığı vardır. Endüstriyel edebiyat yıllarında iyi iş yapacağına inanılan bu oryantalizm rüzgârının devreye girmeyeceğini düşünmek safdillilik olurdu. Nitekim eskiden sadece Avrupalılar’ın kalem oynattığı Oryantalizm artık yerli yazarların da doyasıya tadını çıkardıkları bir alandır.(Ann Chamberlin)  “Harem-hadım-halayık” üçlemesinin ön planda olduğu bu “Sultan”  romanları fazlaca ciddiye almak yerine popüler kültüre münhasır bir nevi “tür romanı” olarak ele almak gerekir. Ama çok miktarda yazıldıklarını ve hatta hatta yabancı yazarların da bu alanda; Türk Edebiyatına ihtirasla çevrilen ürün verdiklerini belirtelim. Bu alanın en üretken yazarları arasında Teoman Ergül, Turhan Tan, Gül İrepoğlu, Demet Altınyeleklioğlu, Nazım Tektaş sayılabilir. 

Akademisyenler

Son dönemde toplumda tarihe artan ilgiye paralel olarak, tarih fakültelerinde akademisyen olarak görev yapan bazı tarihçiler roman sanatına da el atmışlar ve bu alanda yetkin ürünler vermeye başlamışlardır. Tarihsel gerçeklik konusunda en çok kaygı çeken yazarların da bunlar olduğunu belirtmekte yarar vardır. Aralarında İsmail, Son Yeniçeri, Sultan Selahaddin El Kürdî adlı romanların yazarı Reha Çamuroğlu, Kitab-ı Duvduvanî gibi tarihsel hicivleri yazan Hakan Erdem, Sultanın Mutfağı adlı Kanunî devri romanını yazan Özlem Kumrular gibi çok saygın akademisyenler vardır. Özlem Kumrular’ın Türk Korkusu ve İslam Korkusu adlı romandışı yapıtları ise İslamofobia’nın kökenleri hakkında çok ciddi bilgiler veren; bize gerçekte ne olduğunu kanıtlarıyla sunan çok değerli tarihsel incelemelerdir. Yakın zamanda yayımlanan Murat Gülsoy’a ait “Gölgeler ve Hayaller Şehrinde” başlıklı roman ise intihar ederek vefat etmiş şair Beşir Fuat’ı eksenine alan Meşrutiyetin ilanından sonraki döneme dair özgün betimlemeler getiren, deneysel; ziyadesiyle edebiyat esinlenmeleri ve göndermeleri içeren bir çalışma olarak göze çarpmıştır. 

Tarihi Polisiyeler

Popüler yazar Ahmet Ümit tarihsel polisiye türünü best-seller kulvarında yer tutmak için kullanmaktadır. Sadece Sultanı Öldürmek adlı romanı değil, Daha önceki Bab-ı Esrar, Patasana, Kavim adlı romanları da tarihsel gerçekliğin çok uzağında sinematografik platolarda geçmektedir. Ahmet Ümit’in 1980’li yıllar Moskova’sını anlattığı Kar Kokusu adlı romanı ise önemli tarihsel tanıklıklar içerir.

Nedim Gürsel’in de aynı alanda Boğazkesen Fatih’in Romanı, Allahın Kızları gibi spektakuler mahiyette ürünler verdiğini biliyoruz.

Yine bir tarihi polisiye olan Selçuk Altun’a ait Bizans Sultanı’nı ise özgün bir kurguya sahiptir. Özellikle Konstantinopolis tarihi ve kentsel nizamı ile ilgili nitelikli araştırmalar vardır içinde.

Birkaç Özgün İsim

İstanbul’un fethini Macar toplarının dökümhanesinden anlattığı edebi değeri yüksek Kara Büyülü Uyku ve Moğul kaçgunu senelerinde Anadolu Selçuklularına dair başıbozuk devranları anlattığı Cimri Kirpi adlı tarihî romanları ile değerli romancı Vecdi Çıracıoğlu’nu bu fasılda mutlaka saymak gerekir. Aynı şekilde özgün psikolojik tarihi roman denemeleri ile; bilhassa da Rüya Körü adlı romanı ile Gürsel Korat’ı anmak gerekir. Eskilerden Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın Uluç Reis ve Turgut Reis romanlarının şimdi bile zevkle okunduğu söylenebilir. Keza Osman Necmi Gürmen’in Mühtedi ve Rânâ gibi romanlarının değerli tarihsel bilgiler içerdiğini bu fasılda teslim etmemek eksiklik olur.

Sonuç 

Türk edebiyatı büyük bir edebiyattır. Tarihsel roman alanında da eşsiz, benzersiz, çok değerli ürünler ortaya çıkarmıştır. Ancak, neyin ne olduğunu anlayabilmek için, tarihî romanları, gerçekliğe dair kriterleri sağlam temellere oturttuktan sonra içselleştirmekte büyük fayda vardır. Biz burada Türk romanında tarihin gerçeklik boyutunu ve mahiyetini analiz edebilmek için kriterler oluşturabilmek amacıyla yazınsal türler ve tarzlar arasında gezinerek tespitlerde bulunduk.

Umarız bu deneme ve bu tespitler, Türk romanında tarihin gerçeklik boyutunu algılamak yolundaki gayretlere dayanak olabilmiştir.

Önceki İçerikNilüfer Belediyesi Sahne Eseri Yazma Yarışması
Sonraki İçerik2. Uluslararası Ege Sempozyumları, Eylül ayında İzmir’de gerçekleştirilecek

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz