YAZ AŞKLARINA DAİR BURUK BİR NOVELLA:
Symi’de Aşk
(Bir Ege Romansı)
Hazel Aksoy
İstanbul, Nisan 2017
Symi’de Aşk, Hikmet Temel Akarsu’nun 2014 yaz tatilinde kaleme aldığı kısa romanı. Ya da daha doğru bir tabirle “novella”sı.
“Dürüst olmak gerekirse; Ege’nin On iki Adalar’ında geçen uzun ve sıcak bir yazın dar bir zamanındaki gerçek yaşanmışlıklardan neşet eden bu hüzünlü aşk öyküsünü sizlere anlatıp anlatmamak için çok düşündüm. O yaz aşkının ardından beni ele geçiren ve diplere iten bu büyük duygusallığı kaleme almakta gecikmedim belki. Ama onu birkaç yakın dost dışında kimseyle paylaşmadım.”tümcelerinde ifade bulan bir iç döküş ile başlıyor.
Kitap, yaşını başını almış yazar kahramanımızın tatil boyunca gözüne çarpan doğal ve insan emeği ürünü mekânlar, binalar, insanlarla ilgili bir seyyah gözlemleri zemininde yürek parçalayan coşku verici ama mutsuz biten bir aşk hikâyesini anlatıyor. Seyyah ise sıradan bir seyyah değil; bir keskin göz, detayların tercümanı, bir romantik…
Kahramanımız her ne kadar kendisini hercümerç eden o güzel kadına “yazarım,” diyorsa da, hiç ifa edilmemiş bile olsa, insanın iliklerine işleyen, gözünün perdelerini kaldıran o ‘meslek hastalığı’; mimar duygusu her satırda hissediliyor. Kendi deyimiyle ‘aydınlık ve mavi’ bir duygu bu. Ama bir o kadar da içinde hüzün biriktirmiş bir ‘mavi gam’…
“Akdenizlilik, kuzeyden gözüktüğü gibi değil. İnsan içine girince duyumsuyor,” diyor Akarsu. Gerçekten de öyle. Braudel’in dediği gibi, ‘Akdeniz bin bir şeyin hepsi birden. Bir peyzaj değil, sayısız peyzajlar. Bir deniz değil, birbirini izleyen birçok deniz.’* İşte bu mavi cennet, hedonistlerin son vatanı kendi kalbinde sakladığı hüzünden bir parçayı yazarımıza da hediye ediyor.
Gerçek dünyanın gam ve kasavetinden uzaklaşıp aylaklık yapmak için sürekli gittiği güzelim Yunan adalarından Kos’un Zia Tepesi’ndeki manastırda bir mum yakıp hayallere dalmışken duyduğu o ince ama coşkulu kadın sesi bir sergüzeştin başlangıcı olacaktır. O da Türkiyelidir ve kırmızı elbiseli uzun siyah saçlı bu güzel kadın yazarın aklını başından alır. Gençliğinde komünist olan babasının pek sevdiği Aragon’un sevgilisi Elsa’ya ithafen aynı adı taşıyan, önemli bir Gsm şirketinde bir bölüm müdürü, ‘Y Kuşağı’ndan bir bilgi çağı kadını; ondan en az yirmi yaş daha büyük bir ‘wisdom’ ve kadının akademisyen sevgilisi… Bu pek de birbiriyle uyumlu gözükmeyen üçlü; aslında akademisyen sevgilinin çoğunlukla ortada görünmemesi nedeniyle ikili demek daha doğru olacak; bir maceraya sürüklenirler.
Belki akademisyen sevgilinin ilgisizliği belki de geçmiş zamanlara aitmiş gibi görünen not defterli kalem efendisinin gizleyemediği coşkulu alakasıyla kadın terminli bir ilişkinin fitilini ateşlemiş görünüyor. Sürece hâkim olarak işinin tüm gizemli detaylarını incelikle kullanıyor, dijital dünyanın takip ve kontrol kabiliyetine sahip olmanın sonucu her şeyi biliyor, planlar, yönlendirmeler yapıyor. Bu yönüyle de yazarımızı derinden etkileyip meftun ediyor.
Kos’ta başlayıp Symi’de devam eden bu sergüzeştin ne yazık ki sonsuza kadar sürmesi mümkün değildir. Tekinsiz yakınlaşmalar, sözlü cilveleşmeler, iki küçük masum öpücük… İşler daha da sarpa sarmadan bu maceranın bitmesi gerekmektedir. Öyle de olur. Elsa ve sevgilisinin aniden ortadan kaybolması, yazarın umutsuzca onu arayışları; yanlış akıl yürütmeler sonucu Elsa’nın gittiği yönün tam tersine, Rodos’a gidiş ve mutsuz sona ulaşma. Romantizm bir kez daha teknolojiye yenilmiştir.
İnsanoğlu böyledir işte. Durduk yere başını derde sokar. Güneş, deniz, tarihin başlangıcından beri insanın tattığı her duygunun yaşandığı güzelim coğrafya ve bu duyguların hâlâ muhafaza edildiği bozulmamış mekânlar en aklı başında insanı bile yolundan çıkarmaya yeter. Bir de üstüne şen şakrak bir cinsi latif eklenirse çılgınlık yapmaya meyyal olarak dünyanın dört bir yanından kopup gelen kalbi kırık er kişilerin başına neler gelmez ki?!!! Tıpkı eserin finalindeki şu duygusal tümcelerin anlattığı gibi…
…/..
“Dünyada olanaksız hiçbir şey yoktur.
Hele hele gerçekten seven bir âşık için beklenti sonsuza kadar sürer.
Eğer bir gün Elsa okyanustaki bu şişeye rastlarsa; o zaman şu geçkin ve demode yazarın kalbine de dokunacaktır.
Ve işte o zaman, o benim gerçek Elsa’m olacaktır.
…
Hatıralar ve umutlar…
Onlar biz gerçekten âşık olanlar yaşadıkça var olacaktır.
Okyanuslar, içine romanslar konmuş şişelerle dolacaktır…
Elsa bir romansa dokunduğunda şu yorgun ve kederli kalp belki de yeniden bahtiyar olacaktır…
Elsa seni hâlâ seviyorum…”
…/..
Kim bilir o yaz daha ne aşklar, coşkular, yürek çarpıntıları yaşanmıştı oralarda. Tatile çıkarken mantığı evde bırakmakta aslında bir beis de yok. Nasılsa geri dönüldüğünde bırakıldığı yerde bulunup ait olduğu yere konulacaktır.
İçinde yaşadığımız sıkıntılı, kaotik, iç daraltıcı gündemi saf insani duygularla yıkayıp temizlemek için birebir bir kitap. Umarım iki kelimeyi bir araya getiremeyip düzgün ve anlamlı cümleler kuramayan, okumaya mesafeli, kısa mesaj insanlarına da ulaşıp, edebiyat ve dilbilgisi alerjilerine ilaç olur.
(*) *Braudel, Fernand 1995: Akdeniz Mekân ve Tarih, Metis Yayınları, İstanbul