Yazar: Joseph de Tournefort
Çeviren: Ali Berktay ve Teoman Tunçdoğan
Editör: Stefanos Yerasimos
Yayın: Kitap Yayınevi
Ege havzası, içindeki binlerce ada ve Akdeniz’in parçası masmavi deniziyle bir uygarlıklar beşiğidir. Bu verimli coğrafya, denizi ve adalarıyla tarih boyunca sürekli bir egemenlik mücadelesine sahne ve bir ilgi odağı olmuştur. Kadim Ege uygarlıklarının, o antik dünyanın ruhu bugün de Ege Denizi ve adalarında hissedilmektedir.
Denizin üstünde adım taşları gibi serpiştirilmiş irili ufaklı adalar tarih boyunca Asya ve Avrupa arasında bir köprü, bir yol olmuş; antik Yunan kavimlerinden sonra Roma, Arap ve Bizans egemenliklerine girmiştir. Dördüncü Haçlı seferi sonunda İstanbul kuşatılıp Haçlılar tarafından zapt edilince Ege havzasında yaklaşık üç asır sürecek olan bir Latin egemenliği yaşanmış ve bu dönemde Ege adaları Bizans ile Venedik ve Cenevizler arasında amansız bir mücadele alanı haline gelmiştir. 14. yüzyıldan sonra bu mücadeleye Anadolu’nun Ege kıyılarında yerleşik olan Türkmen beylikleri de katılırlar. Artık adalar bir de Türkmenlerin yağmalamalarına maruz kalacaktır. Osmanlı Devleti’nin kurulmasından sonra da Venediklilerle mücadele devam eder. Adalardaki Osmanlı egemenliği 1571 İnebahtı yenilgisine kadar devam etmiştir. Bu tarihten sonra Venedikliler tekrar Ege’ye egemen olup adaların demografik yapısının Müslümanlar aleyhine dönmesine neden olurlar.
Yerasimos, kitabımızın giriş bölümünde, Latin egemenliği boyunca Türklerin Rum Ortodoks Kilisesi’ni desteklediğini ve adalarda özel vakıflar şeklinde manastırların kurulduğuna dikkat çekmekte. 16. yüzyıl sonu ve 17. yüzyıl başında Ortodoks Kilisesi adalarda tekrar etkili olmaya başlamış, Latin dünyası ise piskoposluklar ve Cizvit rahipleri ile bölgede varlıklarını sürdürmeye devam etmişlerdir.
Tournefort 18. yüzyılın başında böyle bir ortamda seyahatini gerçekleştirmiş ve izlenimlerini yazdığı mektuplarla aktarır. Tournefort 1656’da doğmuş ve 23 yaşında Montpellier’e gitmiş, üniversiteye kaydolmadan eğitimini tamamlayarak bitki uzmanı olmuş, ardından da tıp doktoru unvanını alıp tıp profesörü olarak görev yapmıştır. 14. Louis ve bakan Pontchartrain Tournefort’u bitki, maden ve mineral araştırması yapmak, hastalıklar ve yerel ilaçlarla ilgili bilgi toplamak üzere Yunanistan üzerinden Doğu’ya doğru bir seyahate gönderirler. İki yıl süren bu seyahat sırasında Tournefort hem pek çok yeni bitki türü bulmuş hem de gezdiği dolaştığı yerlerin gerek coğrafi, mekânsal gerekse de toplumsal, sosyolojik özellikleri hakkında Avrupa’ya bilgi aktarmıştır.
Seyahatname iki kitapta toplanmıştır. Birinci kitap, Ege Denizi ve Ege adaları izlenimlerini içermektedir. Tournefort, yaklaşık 35 kadar Ege adasını dolaşarak denizle var olan ve denizle birlikte yaşayan bu coğrafyaları ayrıntılı bir şekilde tasvir etmiştir. Antik yazarların eserleri sayesinde döneminin diğer entelektüelleri gibi Yunan uygarlığı ve diline aşina olan Tournefort, Ege Denizi ve adaları ile ilgili daha detaylı ve zengin aktarımlarda bulunmuştur. İkinci kitap oldukça ayrıntılı İstanbul izlenimleri ile başlar ve Anadolu’da sayısız yerleşim yerinde başından geçenlerin anlatımı ile devam eder.
Tournefort yalnız değildir. Onunla birlikte Alman hekim Gundelscheimer ve Châlon’lu ressam Aubriet 9 Mart 1700’de Paris’ten yola çıkıp Marsilya’da gemiye binerek Girit’e doğru hareket ederler. Seyyahlar Girit’te üç ay kalırlar. Sonra rüzgârın durumuna göre Kiklat Adaları’nı dolaşırlar. İki ay Mikonos’ta kalıp Kios ve Midilli üzerinden İstanbul’a ulaşırlar.
Tournefort birinci mektubu ilk uğrak yerleri olan Girit’ten yazmıştır. Dokuz gün boyunca pupa yelken yol alarak Hanya’ya varırlar. Tournefort, Hanya Limanı’nı kuzey rüzgârlarına açık olmakla birlikte “ iyi bir bakımla gayet güzel bir liman haline gelebilir” diye tanımlar. Venediklilerden kalan tersanenin kalıntıları hâlâ durmaktadır. Liman bakımsızdır çünkü Tournefort’a göre Türkler liman ve kent surlarının bakımını ihmal ederler. Buna karşılık çok su içtikleri için ve dinleri gereği sık sık yıkandıklarından çeşmelere biraz daha fazla önem verirler. Kandiye Limanı ise sadece kayıklar için uygun olup gemiler yanaşamaz.
Kuzey rüzgârlarının Ege Denizi’ndeki yolculuklar için çok tehlikeli olduğunu dördüncü mektuptan anlıyoruz. Tekneler en fazla on iki ile on beş ayak uzunlukta olduğu için Kandiye’den Ege adalarına geçmeyi göze alamadıklarını ve bir Fransız gemisini beklediklerini söylüyor Tournefort. 2 Ağustos’ta bir yolcu gemisi ile yarım saatlik bir yolculuk sonrası Milos adasına geçiyorlar. Milos limanı için Akdeniz’in en güzel ve büyük limanlarından biri diyor seyyahımız. Milos Körfezi o kadar büyüktür ki koca bir savaş filosu rahatlıkla sığabilir. Miloslu tayfalar da Ege adalarını iyi bildiklerinden yabancı gemilere kılavuzluk yaparlar.
Sonbahar geldiğinde fırtınaların başlama endişesiyle acele eden seyyahlarımız Antiparos’a gitmek için gemiye binerler. Antiparos limanı da sadece küçük tekne ve küçük bir yelkenli olan tartanlar için yeterlidir. Tornefort Antiparos’tan Paros adasına giderken güneybatı rüzgârı sayesinde geçtikleri kanalda pupa yelken ve saatte en az altı mil hızla yol aldıklarını anlatıyor. Artık yağmur mevsimi başlamıştır. Bir adadan diğerine geçerken hava ne kadar sütliman olursa olsun, rüzgâr şiddetlendiğinde hemen bir iskeleye sığınmak zorunda kalırlar. Tournefort, diğer adalar hakkında da aynı şekilde hem coğrafyadan, hem adanın dini, sosyolojik ve ekonomik yapısından hem de florasından bahseder. Denize dair ise konu ettiği tek şey limanlar ve kapasiteleridir. Koylardan, kıyılardan, kayalıklardan bahseder ama denizin nimetlerine dair dişe dokunur bir bilgi vermez. Denizdeki hayat onun mu yoksa kendisini görevlendirenlerin mi ilgi alanı dışındadır; pek anlayamıyoruz doğrusu.
Havanın kötüleşmesiyle birlikte sığındıkları Hacılar adasından yazdığı altıncı mektubunda ilk defa bir deniz ürününden bahsetmektedir. Balık tutacak düzenekleri olmadığı için deniz salyangozundan çorba yaptıklarını ve böylesi bir mecburiyet durumunda onları inceleme fırsatı bulduğunu anlatır. Yolculuk boyunca esas besinlerinin adalardaki koyun ve keçiler ile bunlardan elde edilen mamuller olduğu anlaşılıyor.
Tournefort’un limanlara dair verdiği bilgiler Kos adasında da devam eder. Ada limanlarının güzelliği gemi sahiplerinin sık sık oraya uğramasına neden olur diye bahseder. En önemli bilgi ise kuşkusuz donanma gemileri nerelere demirleyebilir, adaya nereden ulaşılır bilgisidir. Bu hayati bilgiyi gittiği her ada için ayrıntılı bir şekilde vermiştir Tournefort. Bir tıp doktoru ve bitki bilimci için savaşa dair bilgi toplamak ve analiz etmek ne kadar manidar değil mi? Limanı olmayan adalar için ise nereye yanaşılıp, nereden kayıklarla karaya çıkılabileceği bilgisini de vermiştir.
Adım adım karaya ulaşma yolunu Santorini adası için de öğreniyoruz; San Nicolo limanı hilal şeklinde, çok güzel ama gemiler demirleyemez; deniz o kadar derindir ki daha iskandille dibi bulunamamıştır. Adanın çevresinde depremlerle oluşmuş pek çok kayalık vardır. İstanbul’dan öğrendikleri bir bilgiye göre 1707 yılında bir denizaltı volkanının patlaması sonucu çevresi iki mil olan bir adanın oluştuğunu da öğreniyoruz.
Korsan ve haydutlardan sakınarak ama hava durumunu da gözleyerek gerçekleştirilmekte olan yolculuk ters rüzgârlar nedeniyle Mikonos’a yöneldiğinde ilk karşılaşılan rüzgârlara çok açık ama dalgakıran görevi gören küçük kayalıklar sayesinde güvenli olabilen limanı olmuştur. Mikonoslular usta tayfalardır. Antik çağların önemli adalarından ama artık üzerinde yaşam olamayan Delos adaları ile ilgili bilgileri aktararak mektubunu bitirir. Artık geminin burnu Siros adasına çevrilmiştir.
Siros, Kitnos, Kea (Keos),Gyaros, Andros, Tinos yolculukları sekizinci mektubun konuları olurlar. Dokuzuncu mektupta Sakız adası anlatılır. Aslında Sakız adası bir mektuba sığamayacak kadar geniştir ama “bu adanın basit bir betimlemesini yapma onuruyla yetineceğim” diyerek başlar mektubuna. Sakız ya da Kios adası sarp ve dağlıktır. Tarıma elverişli değildir ama ağustos başında çizilmeye başlanan sakız ağaçlarından elde edilen sakız en önemli gelir kaynağıdır. Tournefort bu zengin adayı anlatırken yemeklerinin güzelliğini atlamaz ve Midilli’den getirilen istiridyelerin nefasetinden de bahseder.
İstanbul’a bir an önce varma arzusu ile bir Türk şaykası ile Midilli’ye gelirler. Tournefort, Petra limanında Türk kaptanın parayı aldığını ama kendilerini bırakıp gitmesinden endişe ettikleri için limandan ayrılmadıklarını anlatıyor. Adayı gezemedikleri için buradan ilettiği bilgiler uzun süre Marsilya’da köle olarak bulunan bir Türkün onlara anlattıklarına dayanıyor. Sonra aynı gemi ile Petra limanından ayrılıp Tavşanadası’nın yanından geçerek yola devam ederler. Hava güzel, deniz sakindir. Yol boyunca yanından geçtikleri adalara dair anlattıklarının da birlikte yolculuk yaptıkları yol arkadaşlarından edindikleri bilgilerle sınırlı kaldığı anlaşılıyor. Samos, Patmos ve Skiros adaları ile ilgili bilgileri ise ancak Anadolu’dan dönerken verebilecektir.
Ege adalarını geride bırakıp İstanbul’a doğru yola çıktıklarında on birinci mektupla seyahatnamenin ikinci cildi başlamış oluyor. Tournefort, “Marmara denizinin boğazdan geçen suları, tıpkı köprünün altından akan bir ırmak gibi hızını artırır; yıldız estiğinde hiçbir gemi boğaza girmeye cesaret edemez; ama kıble estiğinde boğazda hiç dalga olmaz ve yalnızca istihkâmlar sorun çıkarmaya devam eder.” der ve ekler “ bununla birlikte, boğazı zorlamak isteyecek bir ordu büyük bir tehlikeye atılmış olmaz, çünkü bu istihkâmlar arasındaki uzaklık 4 milden fazladır…”
Muhtemelen İstanbul’un büyüklüğü ve karmaşıklığı Ege adalarında olduğu gibi ayrıntılı aktarımlar yapmasını engellemiştir. Yazdığı toplam yirmi iki mektubun beş tanesi İstanbul ile ilgilidir ama verdiği bilgiler Avrupalı çağdaşlarının zaten bildiği konularla sınırlı kalmış görünmektedir. İstanbul gibi bir deniz şehrinden anlattıkları daha çok devlet idaresi ve halkın dini inançlarına yoğunlaşmış gibidir. İstanbul limanları ise biraz daha detaylı olarak yer alır mektuplarda. On ikinci mektupta dünyanın en güzel havasında İstanbul limanını tekneyle dolaştıklarını anlatır. Liman ve çevresi son derece detaylı bir şekilde tasvir edilir. Tournefort 6. yüzyılda yaşamış Bizanslı tarihçi Prokopios’un daha o zamanlarda bile limanın her yerine demir atılabileceğinden bahsettiğini yazar. Gemiler pruvalarını kıyıya yaklaştırırken pupaları suda olduğundan kente daha kolay hizmet verebilirler. Gemilerin yükleme ve boşaltma yaparken mavnalara ihtiyacı yoktur. Tournefort, Akdeniz’in en güzel limanları Türklerin elinde olmasına rağmen denizciliğe fazla önem vermediklerini, önem verdiklerinde de çok başarılı bir şekilde bütün Doğu ticaretine egemen olabileceklerini anlatıyor.
Tournefort’un Anadolu yolculuğu İstanbul Boğazı’nı geçerek Karadeniz’e açılmalarıyla başlamaktadır. Yol boyunca boğaz kıyılarında gördüklerini anlatır. Karadeniz’e ulaştıklarında ise verdiği ilk bilgi, Karadeniz’in adından başka siyahla bir ilgisinin olmayışıdır. Fırtınaları ve rüzgârları ile diğer denizlerden pek de farklı olamayan bu deniz onları Trabzon’a kadar götürecektir. Ne var ki kısa bir süre sonra Karadeniz farkını hissettirmeye başlarlar. Nisan ayının ortalarında olmalarına rağmen bastıran şiddetli yağmur ve yıldız rüzgârı zor bir yolculuk yapmalarına neden olur.
Riva, Dichilites, Penderakhi, Amasra, Abano, Sinop, Argyropotami, Giresun üzerinden nihayet Trabzon’a ulaşırlar ve buradan sonra da kara yolculukları başlar. Seyahatname bir bilim adamının gözünden Batı tarafından bilinen, az bilinen ve hiç bilinmeyen Doğu’ya açılan bir dünyanın betimlenmesini içermektedir. 18. yüzyıl başında nevi şahsına münhasır, adeta otonom bir hayat yaşayan Ege coğrafyası ile Osmanlı egemenliğindeki topraklar tarihi, coğrafyası, florası, insanlarının yaşamı, ekonomik hayat ve yönetim özellikleri ile gözlerimizde canlanıyor. Asıl amaçları ne olursa olsun, iyi ki yapılmış bu yolculuklar, iyi ki kayda geçmiş ve bize ulaşmış. Eski denizcileri ve deniz yolcularını saygıyla analım efendim, sindire sindire okuyalım, yâd edelim…