Toplu olarak yaşamanın gerektirdiği sosyal, kültürel ve bağımlılık ilişkileri olmadan bir hukuktan söz etmemiz mümkün değildir. Hukuk toplumsal bir olgudur ve toplumun kendine has özellikleri ile içinde bulunduğu koşullarla da yakından ilgilidir. Biliyoruz ki, tarihin farklı dönemlerinde hukuk farklı anlamları ifade etmiş; yönetim sistemleri ve ona bağlı kurumlarla ekonomik düzen hukukun oluşmasında önemli etkiler yapmıştır.
Hukuk olgusunun insanların topluluklar halinde yaşamaya başlamasıyla birlikte ortaya çıktığı kabul edilir. Hukuk toplumsal ilişkileri güvenceye aldığı gibi birlikte yaşamanın getirdiği ilişkilerin de sınırlarını belirler. Toplumsal hayatı koordine eden, insan aklı ve vicdanının ürünü bir ideal; bir fenomendir hukuk. Devlet gücüyle desteklenmiş bir kurallar manzumesidir, insan topluluğunun adalet, düzen-nizam-intizam, güven, barış ve birlik içinde yaşamasını sağlayacak bir araçtır. Gereklidir, şarttır ama hâlâ öncelikleri konusundaki tartışmalar bitmemiş, adaletin mi, düzenin devamlılığının mı acil öncelik olduğu insanlığın ortak kararı olarak bir sonuca ulaşamamıştır.
Jean Jacques Rousseau’nun hukukla ilgili düşüncelerini keşfedebilmek için, onu bildiğimiz Rousseau yapan dönemi, insan ilişkilerini, yapısal özelliklerini biraz kurcalayalım ki, sivri dilli, çoğu zaman huysuz ve geçimsiz, iş ilişkilerinde sürekliliği sağlayamayan, aynı yerde uzun süre kalamayan bu Aydınlanma Çağı’nın muhalif düşünürünü tarihte hak ettiği yere koyabilelim.
Rousseau Fransız asıllı bir ailenin ikinci çocuğu olarak 1712 yılında Cenevre’de doğuyor. Annesi doğumdan kaynaklanan komplikasyonlar sonucu hayatını kaybedince on yaşına kadar babasıyla birlikte, onun gözdesi olarak mutlu bir hayat yaşıyor. Sevgili eşini kaybetmenin acısıyla babası bütün sevgisini küçük Jean Jacques’e yönlendirip büyük oğlunu ihmal ederek onun evi terk etmesine yol açan bir ebeveyn portresi çiziyor. Sabahlara kadar birlikte kitap okuma seanslarıyla geçen on yılın ardından baba tekrar eski sorumsuz, umursamaz, çapkın ve kavgacı kişiliğine bürünüp Cenevre yasalarına göre gıyabında hapse girmesini sağlayacak bir darp suçu işleyerek kantonu terk etmek zorunda kalıyor. Uzun yıllar halasının annelik yaptığı küçük Jean da amcası ve gerçek teyzesi olan yengesiyle birlikte yaşamaya başlıyor. Kuzeniyle birlikte geçirdiği ergenlikten çıkış dönemleri düzensiz bir eğitim hayatıyla pekişir. Pek çok işe girer çıkar, pek çok gönül ilişkisine kapılır. Kendi kendini düzensiz de olsa eğitmeye çalışması ve babasıyla birlikte olduğu yıllarda edindiği okuma alışkanlığı sayesinde kendine güveni gelir, sessiz ve içine kapanık doğa hayranı bir çocukluktan coşkulu, taşkın, sivri dilli bir genç olmaya evrilir.
On iki yaşında tanıştığı ilk aşkıyla başlayan ailesi dışındaki kadınlarla ilişkisi, kimi zaman platonik, kimi zaman da bir anne sevgisiyle karışık inişli çıkışlı ama çoğunda da kendisine kalacak bir yer, başını sokacağı bir yuva sağlayan faydacı bir ilişki gibi görünmektedir. Kuşkusuz bu ilişkilerden hanımefendiler de kendilerince bir yarar ve memnuniyet sağlamışlar ki, bu ayran gönüllü, maymun iştahlı geçimsiz adamla darılmalı barışmalı ilişkilerini devam ettirmişler. Rousseau’nun kendisinin de öngöremediği gibi en uzun ilişkisi, uzun yıllar evliymiş gibi birlikte yaşadıktan sonra ilerleyen yaşlarında evlendiği, hüsranla biten aşk ilişkilerini takiben güvenli bir liman gibi yanına döndüğü çocuklarının annesi Thérèse ile olmuştu. Thérèse, kaldığı bir otelde hizmetçi olarak çalışan; pek de güzel olmayan ve herkesin alay ettiği bir kadındır. Eğitimsizdir, hatta okuma yazması bile yoktur. Uzun yıllar ailesiyle birlikte Rousseau’nun bin bir zahmetle kazandığı geliri paylaşır. Çiftin beş çocuğu olur, ama ne anne onlara bakabilecek durum ve yetkinliktedir, ne de baba babalık görevlerinin bilincinde. Çocukların hepsi yetimhaneye verilir. Ne gariptir ki, kendi çocuklarına bakmayan Rousseau’nun ilerleyen yıllarda yazacağı ve kendi deyimiyle en iyi, en önemli eseri olarak adlandırdığı Emile’in konusu çocuk eğitimidir. ‘Ele verir talkını, kendi yutar salkımı’ misali…
Rousseau’nun bu inişli çıkışlı hayatı, kuşkusuz ahlak, eğitim, siyaset ve hukukla ilgili düşüncelerine de yansımıştır. Gerek kendi döneminde, gerekse de daha sonraki yıllarda metinlerinde çelişkiler olduğunu iddia edenler çıkmış, bir konu üzerine söylediği düşünceler çok farklı siyasi çevrelerce baş tacı edilip kullanılmıştır. İçinde yaşamasına rağmen Aydınlanma çağına âdeta meydan okumuş, aklı öne çıkaran Aydınlanma çağı düşüncesine itiraz etmiştir. Rousseau, insanı diğer canlılardan ayıran temel özelliğin akıl değil duyguları olduğunu savunur. Ona göre insan vicdanı ve merhameti olan bir yaratıktır. İnsanı yönlendiren içgüdüleri ve duygularıdır. Tarihi süreçte aklının gelişmesiyle insan doğallığını ve masumiyetini kaybetmiştir.
Rousseau, medeniyetin gelişmesiyle birlikte tarihin ahlaki çöküşe, sefalet ve kötülüğe, bir dekadansa sahne olduğunu savunur. İlkel hayat, hayati gereksinimlerden fazlasının talep edilmediği, eşitsizliğin olmayıp insanın insanı sömürmediği bir özgürlük düzeniyken insan aklının gelişip yetkinleşmesiyle uygarlık bir dönüşümü gerçekleştirmiştir. Bugünkü antropoloji bilgilerimize göre doğru olmasa da ilkel insanın – insansılardan sonra iki ayağı üstünde dikilip alet kullanma becerisine sahip olan homo erectus ve sonrasındaki Neandertal insanı ile Homo Sapiens’i kast ediyor olmalı – doğada diğer insanlardan ayrı yaşadığını, sadece neslinin devamı için içgüdülerinin yönlendirmesiyle cinsel amaçlı olarak karşı cins ile bir araya geldiğini; sonra herkesin kendi yoluna gittiğini savunur. Doğan bebekler annelerinin yanında kalır ve eğitimlerinden anneleri sorumludur. Yani, doğada yaşayan birçok hayvan için geçerli olduğu gibi. Bir arada yaşamayan insanların anlaşma ihtiyacı da olmadığı için konuşmaya da gerek yoktur. Anı yaşarlar, geleceğe dair bir plan ya da endişeleri yoktur. Akla da ihtiyaçları yoktur. İçgüdüleri ve duyguları hayatlarını idame ettirmeleri için yeterlidir. Kendi kendilerine yeterler, başkalarına ihtiyaç duymadıkları için bağımlılıkları da yoktur. İlişki kurmadıkları insanlardan beklentileri olmadığı için fesatlık bilmezler, düşmanca duygular beslemezler. Merhamet ve şefkat duygularıyla hareket ederler. Doğaları gereği sosyal varlıklar değildirler, onları sadece doğa kanunları etkiler ve bu kanunlara uyma zorunluluğu vardır. Çünkü doğa kanunları defakto durumu gösterir. Onlara uymaktan başka çare yoktur; karşı da koysanız, itiraz da etseniz bir işe yaramaz.
Rousseau, aklın ortaya çıkmasından önce insanın sadece kendini koruma saikiyle hareket ettiğini söylemektedir. Kişi doğrudan doğayla iletişim ve etkileşim halindedir. Özgürdür, seçimlerini özgürce yapar, kararlarını kimseye sormadan alır. Hayvanlarınkinden pek de farklı olmayan bir hayatı vardır; ancak doğal olarak taşıdığı gelişme melekesiyle zaman içinde toplumsallaşacak, ancak aynı oranda da yozlaşacak, fıtratındaki kötülük ortaya çıkacaktır. Bu dönüşümle insan sosyalleşir, birlikte yaşamaya başlar, aile ortaya çıkar. Doğal olarak iş bölümü gelişir. Erkek evin yiyecek ihtiyacını ve güvenliğini sağlar, kadın ev işleriyle ilgilenip çocuklara bakar. Sonra aileler bir araya gelip kabileleri oluştururlar. Kolektif yaşam gelişir, toplumsal iş bölümü ortaya çıkar. İnsanın akli melekeleri de gelişmiş, konuşarak anlaşma gündeme gelmiştir. Artık doğal özgürlükten söz edilemeyen, eşitsizliklerin ortaya çıktığı mülkiyet esasına dayalı bir yaşam sürülmektedir. İnsanın insana bağımlılığını doğuran toplumsal yaşam, zengin ve yoksullar arasındaki keskin uçurumla toplumsal çatışmalara ve savaşlara yol açmıştır.
Rousseau’ya göre, savaşlar insanlığı adil bir sonuca götürmeyip felakete sürüklemiştir. Devletler, hırslı ve açgözlü olan fakir insanların, zengin efendileri tarafından mülkiyet esasına dayanan sözleşmelerle kandırılmalarıyla kurulmuştur. Devlet ise görevi gereği sadece zenginlerin servetini güvenceye almış, eşitsizliği yasalaştırmıştır. Hukuk da bu sözleşme ile mevcut durumun korunması ve devamını sağlayan bir kavram olarak insan hayatında yerini almıştır. Hukuk, arkasına devletin gücünü alarak düzenin bekası için olması gerekeni gösterir, buyurur. İnsanlar artık toplumsal birer köle durumuna gelmiş, yoksullar zengin efendilerinin; zenginlerse kendi varsıllıklarının kölesi olmuşlardır. İşte bu durumda Rousseau, bu düzene bir son verilip, ortak çıkarlar çerçevesinde yeni bir düzen, yeni bir hukuk anlayışı inşa etme gerekliliğinden söz eder. Artık insanlar ne özgür ne de saf ve temizdirler. İnsanlığın kurtuluşu için yeni bir toplumsal sözleşme; istisnasız herkesin sahip olduğu tüm hak ve ayrıcalıklardan vazgeçerek kimsenin ayrıcalıklı olmadığı, ama herkesin özgür ve eşit olacağı bir toplumsal yaşamı hedefleyen yeni bir anlaşma şarttır.
Doğal hukuk kavramını esas alan bir devlet anlayışını anlattığı Toplumsal Sözleşme’yi Rousseau 1756-60 yılları arasında kaleme almış ve 1762’de ilk baskısı gerçekleştirilmiştir. Eser, sınıf ayrımlarına son verilip insanların özgür seçimleriyle bağlandığı bir devlet düzeninin nasıl gerçekleştirileceğini gösteren bir kuramdır. Rousseau’ya göre yeni düzende egemen otorite toplum olmalıdır. İnsanlar ancak bireysel iradelerini ‘genel irade’ye devrederek herkesin mutlu olmasını sağlayacak olan düzeni oluşturabilirler. Genel iradede esas saik eşitsizliğin ortadan kaldırılması ve adaletin sağlanmasıdır. Zaten hukuk da bu amacı gütmez mi? Hiç bir hakka ve ayrıcalığa sahip olmayanlar için konumunu daha iyileştirmek, eşitlikçi ve adil bir düzene kavuşmak kuşkusuz ki onlar için çok hayırlı olacaktır ama ayrıcalıklı konumdaki zengin ve güçlü efendilerin sahip olduklarını gönül rızasıyla genel iradeye devretmesini beklemek hayalcilikten başka bir şey olmasa gerek. Fransız Devrimi’ne giden yolda önemli bir isim olduğu tartışmasız olan Rousseau’un yeni düzenin kurulmasında şiddet içeren bir inkılap öngördüğünü söyleyenler olmasına rağmen Toplum Sözleşmesi’nde bu düşünce belirgin bir şekilde ihsas edilmemektedir.
Rousseau, sözleşmenin herkese sahip olduğundan daha fazlasını sağlayacağını söyler. Yeni toplumda insanlar kolektif bir kimliğe sahip olacaklar, tek tek bireylerin mutluluğu değil; herkesin mutluluğunun sağlanması amaçlanacaktır. Toplumu oluşturanlar bir yurttaşlar topluluğudur ve otoritenin bizzat kendisidir; egemen olandır ve egemenlik devredilemez, temsil edilemez. Toplum Sözleşmesi’ne göre vatandaşlar genel irade ile kendi yasalarını oluştururlar. Daha doğrusu, vatandaşlardan oluşan bir yasama meclisi kuralları belirler. Yürütme organı yasaları yürütür. Yürütme yasaları koyma yetkisine sahip değildir; yani egemen değildir. Sadece halk adına kendine verilmiş yetkiyi kullanır.
Rousseau kuşkusuz insanlığın gelişiminin artık geri döndürülemeyeceğini biliyordu. Onun çabası ilkel doğal yaşama duyduğu nostaljiden kaynaklanmıyordu. Uygarlığın ilerlemesiyle toplumun daha da yozlaştığı ve ahlaken gerilemenin süregeldiğini düşündüğü süreçte bir kurtuluş yolu önerisiydi onunki. Fırtınalı yaşamı, hercai ve hırçın, kimi zaman da çelişkili davranışları kuşkusuz yapısal özelliklerinin ve seçme şansı olmadığı dünyaya geliş koşullarından kaynaklanmaktaydı. Kendi döneminde olduğu kadar günümüzde de hoş karşılanamayacak çağdaşlarıyla ilgili kaleme aldığı ağır ithamlarla dolu yazılar, sanat ve bilimle ilgili aykırı görüşleri belki de özellikle keskinleştirdiği ifade tarzıyla, âdeta ‘reklamın iyisi kötüsü olmaz’ mottosunda olduğu gibi tezahür etmekteydi. Rousseau bu düşüncelerini o kadar ileri götürmüştür ki, arkadaşı D’Alembert’e yazdığı mektuplarda tiyatronun toplum için büyük bir tehlike olduğundan bile bahseder.
İnsanlığın gelişimi, sosyalleşme, toplum halinde yaşamın yaygınlaşması, eşitsizliğin ve mülkiyet esaslı bir düzenin oluşması, zengin egemenlerin arkasındaki devlet gücü ve yasaların düzenin devamına hizmet ettiği bir sosyal düzende insanların hepsinin mutluluğundan söz etmek mümkün değildir. Düzen adil değildir. Oysa adalet hukukun temel normudur, adalet hukukun nihai amacıdır. Adalet eşitliği de içerir. Göreceli bir kavram olmasına rağmen hukuk, herkesin mutluluğuna elveren bir iklim yaratıyorsa, herkesi tatmin ediyorsa adil bir düzenden söz edebiliriz.
Rousseau’nun Fransız ihtilaline ve daha sonra da bütün Avrupa’ya yayılan demokrasi düşüncesine olan güçlü etkisi, eşitlikçi ve adil bir yaşam ve bu sosyal yaşam düzeninin ilişkilerini düzenleyen hak eşitliği temelindeki normları önermesinden kaynaklanmaktadır. Eserlerinde daha çok eşitliğe vurgu yapmıştır. Eşitlik ve mülkiyetle ilgili görüşleri nedeniyle Fransız ihtilalinden 1848’e kadar solcu çevrelerin en fazla atıf yaptığı düşünürlerden bir olması da bundandır. Rousseau, eşitlikçiliğin yanında bir yandan da hak ve özgürlükler konusunda bireyin önemine dikkat çekmektedir.
Ölümünden sonra yayınlanan, hayatını anlattığı İtiraflar adlı eserinde de çalkantılı yaşamı ve düzensiz çalışma şekli etkin olmuştur. Farklı yer ve zamanlarda yazılan eser ölümünden sonra derlenip toparlanıp baskıya hazır hale getirilmiştir. İtiraflar, fırtınalı yaşantısındaki hatalarını, bir zamanlar dostu olanlarla ilişkilerini, toplum içinde yanlış anlaşıldığı ve haksızlığa uğradığı düşüncesiyle kaleme aldığı öz savunmasını, kendince gerçekleri tarihe not düşmek amacıyla yola çıktığı on yıllık bir serüvendir. Eserin ilk beş cildini, ana karada barınma koşullarının kalmadığı yıllarda David Hume’un davetiyle gittiği İngiltere’de tamamlar. Ancak, orada da rahat durmamış ve Hume ile de arasının bozulmasını sağlayarak İngiltere’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Altıncı cildi Fransa’ya döndükten sonra bitirir. Bu süreçte yer değiştirmeler, paranoyakça davranışları hız kesmez. 1770 yılının bitimine doğru eserin yazımı tamamlanmıştır. Rousseau tekrar edebiyat mahfillerine döner ve İtiraflar’ı parça parça elit Parislilerle paylaşmaya başlar. Anılar Rousseau’nun hayatına giren tanınmış ve saygın şahsiyetler için öylesine tehlikelidir ki, bu etkinliklere yasaklama getirilir. Bu başarısızlıktan sonra morali bozulan, hevesi kırılan Rousseau sansasyonel ve dalgalı yaşamına döner. Hem kilise hem de çağdaşı diğer edebiyat ve düşünce insanlarıyla polemikleri devam etmektedir. Yaşadığı şehirlerden sınır dışı edilmeler, düşman saydıklarının kendisine yapabileceği kötülüklerin korkusuyla gizlenerek geçen yıllardan sonra Paris’e yerleşir ve burada ölümüne kadar mütevazı bir hayat sürer. Eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı mücadeleyle ömrünü tüketmiş aykırı bir düşünce adamı olarak son nefesini burada verir. Vasiyeti üzerine, doğaya olan ilgisi yüzünden yaptığı gezilerinden birinde gördüğü ve hayran olduğu bir adaya gömülür ama Fransız devriminden sonra kemikleri bütün hayatı boyuna didiştiği Voltaire’nin yanına, Panthéon’a nakledilir. Rousseau’nun çilesi öldükten sonra da bitmemiştir. 1814’ün bir karanlık gecesinde Voltaire’ninkilerle birlikte kemikleri mezardan çıkarılıp darmadağın edilir. Oysa, ikisi de insanlığa bıraktıkları miras nedeniyle, ismi günümüze ulaşabilmiş pek çoklarından daha fazla saygıyı hak ediyorlardı…
Düşüncelerini kaleme aldığı eserlerinde halkın rahatlıkla anlayabileceği bir dil ve üslup kullandığı için kolaylıkla anlaşılmış, geniş bir hayran kitlesi kazanmasının yanında kendisinden rahatsızlık duyan ciddi bir kitleyi de her daim diri tutmuştur değerli düşünür. Bir ara can dostu, sırdaşı, arkadaşı olanları paranoyaları, hırçın ve geçimsiz davranışlarıyla kendinden uzaklaştırmış, dostluklarının sürekliliğini sağlayamamıştır. Delilikle dahilik arasındaki ince çizgiden hep bahsedilir ya, gerçekte delilik ve dahilik çoğu zaman bir arada görülür. Birbirleriyle çelişmezler; tam tersine birbirlerini besler ve büyütürler. Bu durum Rousseau için de geçerli olmuştur. Rutinin dışına çıkabilmek, sonunda zarar görmeyi de göze alarak adil olmayan, normlar çerçevesinde yaşanmayan baskıcı bir düzene baş kaldırabilmek; sadece kendisi için değil herkes için özgürlük, eşitlik ve hukukun işlemesini istemek, bu amaca hayatını adamak ortalama bir insanın altından kalkabileceği bir seçim olmasa gerek. Bu tür insanlar olmasaydı, insanlık tarihinin gördüğü, etkileri günümüze kadar ulaşabilen kırılmalar da muhtemelen yaşanmayacaktı.