Çıktığı her yolculukta insan sadece bavuluna koyduğu eşyaları yanında götürmüyor; kendine ait bir şeyler de onunla geziyor, dolaşıyor. Bu “şeyler” kâh filtre görevi görüyor; kâh anıları, arzuları, geleceğe dair hayalleri canlandırıp zamansal ve mekânsal ilişkiler dokuyor.
Geride bırakılan evler, kentler, yaşamlar yolcunun belleğine asılı olarak yeni gittiği, gördüğü yerlere ulaşır, elan yaşanmakta olanla karışır. Bellekteki parça parça dağınık anılar ve hayaller tekrar bir araya gelir, biçimlenir, farklı zamanlarda, farklı mekânlarda farklı kompozisyonlar, kolajlar oluşur. Hepsi bir an için birbirine benzer ama sonra çözülür, dağılır, sökülür… Yeni gidilen mekânlar, keşfedilen yer ve nesneler kişinin dağarcığındaki şifrelere göre anlamlanır, kodlanır, kaydedilir. Calvino böyle bir pencereden bakıyor canlılar ve cansızlar evrenine. Doğduğu, büyüdüğü yer ve zaman, yakın çevresi, geçirdiği kültürel ve siyasi değişimler, ilgi ve merakları onu zaman içinde yeni gerçekçilikten göstergebilim ve yapısalcılığa uzanan bir yolculuğa sürüklemiş.
Calvino 15 Ekim 1923’de Havana’nın banliyösü Santiago de Las Vegas’ta doğar. Babasının işi dolayısıyla Meksika ve Orta Amerika ülkelerinde bulunduktan sonra iki yaşındayken İtalya’ya dönerler. Anne ve babasının mesleğinden dolayı çocukluğu doğa ve bitkiler arasında geçer. Önce Torino Üniversitesi Tarım Fakültesi’ne girer, iki yıl sonra Floransa Üniversitesi’ne geçer ve burada kültürel ve politik anlamda bilinçlenmeye başlar. Antifaşist düşüncelerle tanışması 1942’de askere çağrılmasına rağmen askere gitmeyip bir süre kaçak yaşamasına neden olur. 1944’te İtalyan Komünist Partisi’ne girer, Partizanlara katılır. Savaş bittiğinde çeşitli gazete ve dergilerde çalışan Calvino, Tarım Fakültesi’ni bırakıp Edebiyat Fakültesi’ne kayıt olur ve 1947’de okulunu bitirir. İlk kitabı Örümceklerin Yuvalandığı Patika 1947’de yayınlanır ve Riccione ödülüne layık görülür. İlk kitaplarında görülen yeni-gerçekçi çizgi 1950’lerde yerini fantastik bir üsluba bırakır. İkiye Bölünen Vikont, Ağaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye üçlemesiyle 1960’da Salento Ödülünü kazanır.
Rusya’nın 1956’daki Macaristan müdahalesi Avrupa’nın pek çok sosyalist aydını gibi Calvino’nun üzerinde de olumsuz etki yapmış ve Komünist Parti’den ayrılmıştır. 1959’da Elio Vittorini ile birlikte kurdukları Il Menabò dergisinde ideolojik sorunları, tarih, sosyal ve edebi konuları tartışırlar. Arjantinli yazar Jorge Luis Borges, İsviçreli dilbilimci Ferdinand de Saussure, Fransız felsefeci Roland Barthes ve Rus halkbilimcisi Vladimir Propp’un Calvino üzerinde derin etkileri olmuş, onların sayesinde göstergebilim ve yapısalcılık alanına ilgi duyarak yeni bir üslup geliştirmiştir. Calvino 1964’de ailesiyle birlikte Paris’e yerleşir ve burada da Fransız matematikçiler Raymond Queneau ile François Le Lionnais’in çalışmalarından etkilenir. Kesişen Yazgılar Şatosu bu etkilenmenin izlerini taşır. Calvino’nun Görünmez Kentler’i 1972’de yayımlanır. Kitabında Marco Polo’nun uzak diyarlarda gezdiği kentleri (ki gerçekte gezmemiştir ve öyle kentler yoktur) Kubilay Han’a anlatışını ve ikisi arasındaki ilişkiyi konu eder. 1980 yılında tekrar İtalya’ya dönen Calvino 1985’de geçirdiği beyin kanaması sonunda hayatını kaybetmiştir.
Görünmez Kentler her biri beş kısa metinden oluşan on bir bölüm olarak elli beş kentin anlatıldığı bir kitap. Masalsı bir dille anlatılan bu kentler gerçekte Venedik’in farklı özelliklerini taşıyan, Venedik’in adeta parça parça sökülüp çoğaltıldığı birer masal kent. Eser matematiksel bir sistem içinde, simgeler ve alegorilerle bulmaca gibi gelişiyor ve okuyucuyu düşünmeye, bulmacayı çözmeye çalışmaya zorluyor.
Calvino’nun parça parça söküp çoğalttığı kent yani Venedik, Hun akınları ve sonrasında Ostrogotların gelişi sonucunda kıyı halklarının lagün önündeki adacıklara ve ardından da Lombardlardan kaçan kıyı köylüleri ve kentlilerin buraya sığınmalarıyla oluşmuş bir kent. Zaman içinde buradaki siteler bir dükalık kurmuşlar ve 9. yüzyılın başında dükalığın merkezi Rialto adasına nakledilmiş. İtalya’nın diğer yerleşimlerinden onu ayıran gücü ve konumu deniz yoluyla yaptığı ticaret ve mübadeleye dayanır. Doğu’yla yapılan ticaret sayesinde zenginleşmiş ve gelişmiştir.
İstanbul’un Türkler tarafından ele geçirilmesi ve ticaret yollarının değişmesiyle Venedik’in de konumu etkilenmiş, ticari gerilemenin yanında kültürel ve sanatsal bir devrim yaşanmıştır. 11. yüzyılda bağımsız bir cumhuriyet olan Venedik’in nüfusunun 15. yüzyıla gelindiğinde iki yüz bini aştığı söylenir. Bu süreç içinde Anadolu’ya kadar Akdeniz’in hâkimiyetini ellerine geçirdiklerini ve Haçlı seferlerinin de başlangıç noktasının burası olduğunu biliyoruz.
Venedik’in gelişirken ihtiyacı olan fiziki alanların kazanılması için de büyük ve sorunlu bir emek /çaba sarf edildiğini görüyoruz. Yeni yerleşim yeri oluşturmak için Dalmaçya’dan getirilen karaağaç ve karaçam kazıkları sağlam zemine kadar inilip çakılarak kazanılan alanlar bina yapımı için kullanılmıştır. Son derece sık bir şekilde çakılan bu kazıklar suyun oksijensiz olması sayesinde yüzyıllardır çürümeden kalmış ve üzerlerindeki binaları güvenle taşımaya devam etmişlerdir. Zaman içinde kent sakinleri burada denize dökülen nehirlerin yataklarını değiştirilerek lagünü kontrol altına almışlar, kendi yaşamsal ihtiyaçları için uygun coğrafyayı elleriyle oluşturmuşlardır. Venedik, 170 kanalla birbirinden ayrılan ve 400 köprüyle de birbirine bağlanan 118 ada üzerindedir. Venedik tarihi boyunca yeraltındaki tatlı su kaynaklarıyla tanınmıştır. Ancak, kontrolsüz açılan kuyulardan çekilen hesapsız su miktarı ve günümüzün en büyük sorunlarından biri olan iklim değişiklikleri nedeniyle batma tehlikesiyle yüz yüze kalmış, alınan kısmi önlemlerle batma hızı yavaşlatılmış ama durdurulamamıştır.
İşte Calvino’nun doğmadığı, büyümediği, eğitim görmediği, çalışmadığı velhasıl ömrünü geçirmediği Marco Polo’nun kenti Venedik uzun yıllar egemenliği altında yaşadığı Doğu Roma İmparatorluğu’nun mimarisinden etkilenerek biçimlendi. Ardından Gotik mimarinin getirdiği fil ayakları, kemerler, çeşit çeşit, bol bol pencereler, metal çatılar üstünde yükselen sivri kuleler, camın gücünün görüldüğü enfes vitraylar girdi kent mekânına. Ve Rönesans… Rönesans mimarisi dendiğinde ilk akla gelen kent olmamasına rağmen Redentore Kilisesi, Palazzo Ducale, Vicenza’daki La Rotonda ve Teatro Olimpico’yu anmadan geçmeyelim yine de…
Calvino’nun Marco Polo’ya anlattırdığı kentler hiç gidilmeyen, görülmeyen, hayali ve anlık ama öte yandan da anılardaki Venedik’in ruhunu yansıtan, yineleyen kentler. Göz açıp kapayana kadar gözünüzün önünden uçuveren, elinizden kaçan imgelerle dolu. Kentlerin çoğunda su, kanallar, köprüler, sivri kuleler, konik çatılar, palanga ve makaralar, damlardan sarkan olta kamışları, yansımalar, direkler üzerindeki evler, kuyular, rüzgârgülleri gibi mekâna ve yaşama dair Venedik’e özel “şey”lerin varlığını görüyoruz. Marco Polo, Kubilay Han tarafından imparatorluğun dört bir köşesine teftiş ve bilgi edinmek için gönderilen diğer elçiler gibi yolsuzluklar, halkın yaşam koşulları ya da olası suikastlar konusunda raporlar vermiyor. Polo hep gittiği yerlerde yaşayanların aklından geçen düşünceleri anlatıyor. Marco Polo’ya göre her kente gelen yolcu kendi geçmişinden bir şeyler bulur, artık sahip olmadığı şeyleri o yabancı yerlerde tekrar görür. Buralarda sahip olmadığı kalabalığı görerek kendi yalnızlığını, sahip olduğu tenhayı hatırlar.
İlk zamanlar Polo Tatar dilini bilmediği için anlatımlarında hareket, jest, mimik ve çeşitli seslerden, taklitlerden yararlanıyor, yanında getirdiği çeşitli objeleri gösteriyor. Han, Polo’nun gösterdiklerinin anlamını çözüyor ama bunlarla gördüğü yerler arasındaki ilişkiyi kuramıyor. Polo’nun bir hikâye mi anlattığını ya da bir bulmaca mı sorduğunu anlayamıyor. Zamanla Polo Tatar dilini de, oralarda yaşayan çeşitli ulusların dilini de öğreniyor ve Han’ın bütün sorularına cevap verebilecek duruma geliyor. Ancak Polo anlatırken Han’ın zihninde hep Polo’nun ilk zamanlardaki jestlerle, pandomim ve ses taklitleriyle gördüklerini ifade etmeye çalıştığı anılar canlanıyor. Anlatılan yer simgeyle, bir amblemle anlam kazanıyor. “Tüm amblemleri tanıdığım gün nihayet imparatorluğuma sahip olabilecek miyim?”[1] diye soran Han’a Polo “hiç heveslenme Hünkârım: o gün sen kendin amblemler arasında amblem olacaksın,”[2] diye cevap veriyor.
Marco Polo Tatar dilini öğrendikten sonra Han ile iletişimleri farklılaşıyor. Calvino’ya göre sözlü olarak her şey anlatılabilir ama bazen sözcükler yetersiz kalır. Jestler, mimikler, sesler gerekir. Polo da anlatımlarına yine her kent için sözcüklerin yanında simgesel bir anlatım şekli ekler. Han da elleriyle ona cevap vermeye başlar, her hareket bir ruh durumunu ifade eder ama artık sohbetler suskun ve durağan geçmektedir.
Han, Polo’nun anlattığı kentlerin birbirine benzediğini, sadece kent ögelerinin değişmesiyle yolculuk edilebileceğini fark eder. Artık onu dinlemeyip sık sık sözünü kesmeye başlamıştır. Bir gün, “bundan böyle kentleri ben anlatacağım sana ve sen, gerçekten var mı bu kentler ve benim düşündüğüm gibi mi onu söyleyeceksin bana,”[3] der. Çünkü artık kendisi de kentleri parça parça söküp yeniden birleştirmeyi öğrenmiştir.
Bazı yerlerin gidişi var ama dönüşü yoktur; ölüm gibi. Han’ın rüyasında görüp Polo’ya anlattığı soğuk, kuzeye açık limanının yosun tutmuş, kaygan taş merdivenlerle inilen rıhtımından biraz açıkta demirlemiş gemiye insanlar taşıyan kayıkların olduğu kent gibi. Han Polo’ya hemen yola çıkıp bu kenti bulmasını, sonra da dönüp rüyasının gerçeğe uyup uymadığını söylemesini istiyor. Polo bu kenti bilmektedir, er ya da geç oraya gidecektir ama oranın dönüşü yok, geri dönüp gördüklerini anlatamaz… Han da bilir; Polo’nun anlattığı kentlerin hiçbiri yoktur. “Neden yalan söylüyorsun…?”[4] diye sorar Polo’ya. Polo’nun gerçekte aradığı şey ise zor da olsa hâlâ bulunabilen mutluluğun izleridir.
Polo anlatacağı kentlerin neredeyse yarısına geldiğinde, Han var olan kentlerin normdan gittikçe uzaklaştığını, normlara göre ayrıcalıklı, kural dışı olabilecek her şeyi öngörüp olasılık tahminleri yapmayı tercih ettiğini, bunun da kendisine yettiğini söyler. Polo da “ …bütün olası kentleri çıkarabileceğim bir model-kent yarattım ben kafamda,”[5] der.
Bir anlatısında da Polo taş bir köprüden bahsetmektedir. Han köprüyü taşıyan taşın hangisi olduğunu sorar. Polo, köprüyü taşıyanın taşların oluşturduğu kemer olduğunu söyler. O zaman Han, “neden taşları anlatıp duruyorsun bana? Beni ilgilendiren tek şey var, o da kemer,”[6] der. Polo da “ taşlar yoksa kemer de yoktur,” diye cevap verir.[7] Buradaki alegoriyi çeşitli şekillerde algılayabilirsiniz. Bir bütünü oluşturan bileşenlerin yan yana bir araya geliş biçimleri de önemlidir, tek tek küçük unsurlar bir araya geldiklerinde güçlü ve anlamlı tek bir yapı oluşturabilirler, her şey kendisini oluşturan “şey”lerle var ve bütün olur, parçadan bütüne ulaşıldığında bileşenlerin değeri ve anlamı azalmaz…
Marco Polo artık uzun yolculuklara çıkmamakta ve zamanını Han ile satranç turnuvaları düzenleyerek geçirmektedir. Polo anlattıkça anlatılacak kent sayısı azalmaktadır. Polo’nun hayali kentleri gibi Kubilay Han’ın da kentleri gösteren bir atlası var. Polo’nun anlattığı kentlerin birbirine benzemesine karşın Han’ın atlasındaki kentler birbirinden farklı, henüz var olmayan hatta adı bile olmayan kentlerin biçimleri açıkça seçiliyor.
Yaşadığımız kentler pek çok bakımdan birbirine benziyor. Yaşam koşulları zor, kronik sorunlar bir türlü çözülemiyor, mutlu kentler değil hiç biri. Ama Calvino’nun Polo’ya anlattırdığı kentler de mutlu düş kentleri değil. Bunların hiçbiri yaşanmaz hale getirdiğimiz kentler için bir çıkış yolu, bir kurtuluş sunmuyor bize. Kitaptaki hayali kentlerin başlangıç noktası, tümünün bir kolajı olan Venedik tüm insanlar için daha uygar, insanca yaşamanın bir yolunun bulunabileceği; çeşitliliği, iyi ve kötü tarafları, gerçeği ve yansımaları ile bir başlangıç noktası olabilir belki de…
Polo’nun yolculuğu sadece zamansal/zamanlar arası ve mekânsal bir yolculuk değil, aynı zamanda içsel de bir yolculuk. Kentler de insanlar gibi ya da insanlar da kentlere benzer. Belli bir mekâna ait özellikler ne kendi sakinlerinin ne dışardan gelenlerin yaşamsal deneylerinden, bireysel farklılıklarından ne de içinde var olduğu kültürel ve sosyo-politik konjonktürden, sistemden bağımsız olarak anlamlandırılamaz. Bu kitap insanı aramaya, yolculuğa devam etmeye, bir noktadan başlayarak biriktirilen arzular, anılar, ihtiyaç listeleri, özlenen insan ilişkileri ile başka bir yaşam evreni oluşturma yolunda düşünmeye, efor sarf etmeye itekliyor.
Yolculuklar kişiye bir şeyler kazandırdığı gibi bazı şeyleri de kaybettirebilir. Kentler de zaman içindeki yolculuklarında hem kazanır hem de kaybederler. Sürekli değişen, biçimden biçime giren, zamanla tarifi bile olanaksız biçimsizlikleri içselleştirip parça parça var olan, parça parça değişen ve yok olan mekânlardır kentler.
Boynunda çıngıraklar asılı keçi çobanının içinden geçtiği kent olan Cecilia’da, çobanın kenti keçilerine mukayyet olamadığı, gitmek istediği otlakların arasındaki yerleşimler olarak algıladığını görüyoruz. Keçi çobanı sürekli göç eder, kentlerin içinden geçer ama onları fark etmez. Oysa Polo için durum tam tersidir. O da sadece kentleri tanıdığını, kendisi için her taş her çimenin birbirinin aynısı olduğunu düşünür. Herkes kendi gözünden görür. Gelenler kendi arzularını, hayallerini getirir. Bazen bu keçi çobanı gibi çıkış yolunu bulamayanlar olur. O ilk geldiğinde kentin adını bile bilmemektedir ve Polo’ya sorar. Yıllar sonra tekrar karşılaştıklarında ise adını da, dönüp dolaşıp çıkış yolunu bulamadığını da artık kurtuluşunun olmadığını da öğrenmiştir. Pek çoğumuz kendimizi bu keçi çobanının yerine koyup empati yapabiliriz. Hiç de yabancı olmadığımız bir “olmaz olsun” duygusu bu.
Kronolojik bir akışın olmadığı, karışık zamanlı bir hayali mekânlar kurgusu olan kitap, yazarın hayatının son yıllarında gönül verdiği göstergebilim ve yapısalcılığın edebi bir yansıması. İçerdiği semboller, matematiksel şifreler ve alegorilerle orijinal dilinden okuyabilmek kuşkusuz ki farklı bir tad verecek, anlamını zenginleştirecekti. Ama ne yazık ki herkes İtalyanca bilmiyor…
Kitapta çoğu betimlemede mekânın neresinde bulunulduğunun pek de kavranamadığı, yürüdükçe varılamayan, içinden çıkılamayan, daha önce de gelinmişlik hissi uyandıran, uzaklaştıkça yine bir benzerine varılan, isimleri farklı ama hepsi birbirinin aynısı, kendini yineleyen, “gerçeği”nin dışında kopyaları, yansımaları olan kentler ve bir hayalin, düşün peşinden gelen ama aradığını bulamayan, yeni olasılıkların değil kendi yarattığı fasit dairenin içinde dönüp duran insanları, onların yerine doğanların aynı mekânda nasıl kendi fasit dairelerini eski yapının üstüne kurduklarını görüyoruz. Hepsi gerçek, hepsi düş… İçinde yaşıyoruz ama artık pek çok şeyi doğru algılayamıyoruz. Her kent sakini kendi dağarcığının, kendi gözünün penceresinden bakıyor etrafına.
Çözüm bu kitapta değil. Düşünmeye devam. Ama hızlıca, fazla zaman kalmadı…
[1] Italo Calvino, Görünmez Kentler, çev. Işıl Saatçıoğlu, YKY Yayınları, İstanbul, 2016, s. 72.
[2] A.g.y., s. 72.
[3] A.g.y., s. 87.
[4] A.g.y., s. 103.
[5] A.g.y., s. 113.
[6] A.g.y., s. 127.
[7] A.g.y., s. 127.
Görsel: Türkiz Özbursalı