ORTAÇAĞ 2: Katedraller, Şövalyeler, Şehirler

128
Ortaçağ 2

ORTAÇAĞ 2

Katedraller, Şövalyeler, Şehirler


ORTAÇAĞ 2 Katedraller, Şövalyeler, Şehirler
Editör: Umberto Eco
Türkçesi: Leyla Tonguç Basmacı
914 sayfa
Alfa Tarih

Umberto Eco daha çok, Gülün Adı, Foucault Sarkacı, Prag Mezarlığı gibi Türkçeye çevrilmiş romanlarıyla tanınan önemli bir İtalyan yazar, ortaçağ tarihçisi ve göstergebilim uzmanıdır. 2016 yılında aramızdan ayrılışına kadar edebiyat alanında olduğu kadar tarih, sanat, estetik ve iletişim konularında da pek çok esere imza atmıştır. Çağdaş Edebiyatta Mimarlık çalışmasına dâhil edilen, editörlüğünü yaptığı bu önemli eser, toplam dört ciltten oluşan ve ortaçağı her yönüyle; dinden siyasete, icat ve keşiflerden görsel sanatlara, günlük yaşamdan şehir ve kırsal alanlardaki mimari yaşam mekânlarına kadar aklınıza gelebilecek her konuda inceleyen ansiklopedik çalışmanın ikinci cildidir.

Bu çok değerli ortaçağ külliyatı, her biri alanlarında yetkin uzman olan değerli yazarlar tarafından titizlikle hazırlanmış ve Eco’nun derin bilgi ve tecrübesiyle bir araya getirilmiş. Yöntem olarak genelde kronolojik bir bölümleme görülse de farklı konu başlıkları değişik yazarlarca ele alınırken kesişmeler, tekrarlar, iç içe geçmelerle birbiriyle çelişmeyen ve asla sıkıcı olmayan fakat konuları pekiştiren, hatırda kalmalarını sağlayan bir sistematik takip edilmiş.

Kitabın ilk yarısında olaylar, dini yapı, papalık siyaseti, şehir devletlerinin ortaya çıkışı, Norman istilaları, demografik ve ekonomik yapı gibi konular ele alınırken, ikinci yarısında olayların ve yeniliklerin yaşam alanlarına etkileri, dini ve sivil mimarinin geçirdiği evrim, inşaat tekniklerindeki gelişmeler, bina bezemeleri, görsel sanatların yapılarda yer alış biçimleri gibi konular işlenmiş; önemli yapılar tek tek bütün ayrıntılarıyla tanıtılmış ve önemli yapıların fotoğrafları ayrı bir bölüm olarak esere zenginlik katmış.

Fazla detaya girmeden ki böylesi devasa bir çalışmanın tanıtımında ayrıntılara girebilmek için yeni bir kitap yazmak gerekecektir; genel konulara değinerek kitabın içeriği hakkında bilgi vermek ilgilileri için yeterli olacaktır.

XI-XIII. yüzyıllar arası Avrupa’nın pek çok bölgesinde kendi kendini yöneten siyasal yapılar ortaya çıkmış ve şehirlerin geçirdiği demografik, ekonomik ve toplumsal değişim özel yönetimlerin yolunu açmıştır. Şehir devletleri sadece toplumsal ve ekonomik değil, mekânsal olarak da büyük bir gelişime sahne olmuş, toplumsal yapı özellikleri farklı olan şehirler kırsal alanlar üzerinde güçlü bir hâkimiyet kurmuşlardır.

İtalya’daki şehirlerin çoğunun Roma kökenli olmasına rağmen Kuzey Avrupa şehirleri liman ve pazarların etrafında gelişmişlerdi. Bu yerleşim yerlerinde yaşayanlar için kullanılan burgensis (burjuva, şehirli) terimi de yerleşimlerin adı olan burgus’tan gelmektedir. Toplumu oluşturan tüccar ve zanaatkârlar burjuva olarak adlandırılmışlardır. İtalya’daki civitas (şehir) terimi sadece piskoposluk merkezleri için, Almanya’daki städt terimi ise sadece imparator ya da o bölgenin prensinden belge almış yerler için kullanılmıştı.

XI-XV. yüzyıllar arasında İber yarımadasında kurulmuş devletler ise Reinos de Taifas ( Tayfa Krallıkları) adını almaktaydı. Tayfa, Arapçada küçük devlet anlamındadır ve 1091’de Kuzey Afrika’dan gelen Murabıt Berberilerinin Sevilla’yı işgali ile İber yarımadasında siyasi ve mekânsal bir değişim başlamıştır. Murabıtlar önce şehrin çevresine yedi kapılı bir sur inşa ederler. 1212’de Kastilya Kralı III. Ferdinand Kurtuba’yı ele geçirdiğinde halifelerin kasrını saray olarak kullanmaya devam eder. Kastilya ve Leon kralı XI. Alphonsus sarayı tadilattan geçirtip şehir surlarını da yeniler. Kurtuba Camii, kilise ve Hristiyan aristokrasisinin elinden zor bela kurtarılıp katedrale çevrilir ve günümüze kadar ayakta kalması sağlanmış olur.

Halifeliğin hâkim olduğu dönemlerde Kurtuba’da halifenin konutuyla birlikte beş bin hektarı aşan bir alan yerleşim yeri olarak kullanılmaktaydı. İki yüz yetmiş binden fazla evde ikamet eden yarım milyonluk bir nüfus ve seksen binden fazla dükkân vardı. Şehirde zengin bir kütüphane ve altı yüz hamam ile bin altı yüz cami olduğu, tüm büyük İslam şehirlerindeki gibi Guadalquivir’in sol yakasında bir cüzzam hastanesi bulunduğu biliniyor.

‘Ekonomi’ başlığı altındaki Demografik Artış ve Kentsel Yerleşimler makalesinin sahibi Giovanni Vitolo, ortaçağda batı dünyasında megalopolis (büyük şehir) olgusunun bulunmadığını belirtiyor. Orta-Kuzey İtalya ve Flander’de de büyük değil ama çok sayıda şehir bulunuyor. 14. yüzyıl başında en büyük nüfus ve en geniş yüzölçümüne ulaşan Milano, Floransa ve Paris gibi şehirler çevrelerindeki birinci ve ikinci surları aşarak üçüncü sur hattına dayanmışlardı.

XI. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın büyük kısmında teknik ve yapı üslubu açısından büyük benzerlikler vardır. Değiş-tokuşun yarattığı dinamizm ve yeniden canlanan inşaat faaliyetleri bütün kıtada egemen olmuştur. Bu yeni mimari dilin beşiği sayılabilecek iki bölge Doğu Burgonya ve Lombardiya’dır. Cluny monastisizminin doğuşuyla beraber Cluny mimarisi de denebilecek bir üslup gelişmiştir.

XI ve XII. yüzyıllarda şehirler evrim geçirdiğinde, kentsel pazarların özellikleri de değişmiştir. Yerel ve bölgesel olabilen bu panayırlar mevsimlik özellik taşımaktaydı. Derebeyleri pazara katılan tüccarlara seyahat izni ve bazı imtiyazlar verip karşılığında onların konut ve satış tezgâhlarından vergi almaktaydılar. 1200’lü yıllara kadar şehirler hür insanların ve tüccarların yaşadığı, düşünsel ve fiziksel olarak surlarla çevrili mekânlardı. Boyutları, coğrafi ve siyasi yapıları farklı olsa da şehirlerin ortak özellikleri pazar, zanaat ve ticaret atölyelerinin varlığıdır.

Ateş ve Taş: Feodal Dönemde Savaş makalesinin sahibi Francesco Storti, X ve XI. yüzyıllarda şatoların korunma ihtiyacına en iyi cevap veren yapılar olduğunu belirtmektedir. Üzerinde kazıklı bir çit bulunan koni biçimindeki dolgu tepenin ortasında iç kale bulunur. Çevredeki kale ve devriye yollarıyla birlikte yapı grubunu bir sur çevrelemektedir. Bu dönemde manastırlar da güçlü istihkâmlarla çevrilmekteydi. Pek çok köprü, açılır kapanır köprü, tekerlekli kule, ateşe dayanıklı malzemelerle kaplı hareketli şahmerdanlar inşa faaliyetlerinin önemli bir bölümünü oluşturmaktaydı.

Silvana Musella, gündelik hayata dair bilgiler verirken, evlerin genellikle belirli bir düzen içinde olmadan kiliselerin etrafında  inşa edildiğini ve yerel malzeme kullanıldığını söyler. Köylerde ise kötü iklim şartlarından korunma amaçlı olarak dar ve dönemeçli yollar tercih edilmektedir. Yapılarda taşıyıcı olarak genellikle ahşap kullanılır. XII. yüzyıldan sonra sivil yapılarda da taş kullanılmaya başlanmıştır.

XI ve XII. yüzyıllarda tarımın gelişmesini sağlayan önemli icatların yanında inşaat alanında da yeni tekniklerin kullanımı ve maharetli ustaların varlığı sayesinde görkemli katedraller ve müstahkem yapıların inşası mümkün olabilmiştir. Batı’nın tamamında yaygınlaşan katedral inşası ile beraber yenilikçi teknikler ve yeni mimari ögeler de gelişir. Mimar, çalışma alanını farklı bir şekilde düzenlemeye başlayıp bütün inşai faaliyetin koordinasyonunu gerçekleştirir oldu. Katedraller bütün XII. yüzyıl Batı şehirlerinin ortak özelliğidir. Sivri kemer, ojival (orta kısmı yuvarlak değil, sivri olan) tonoz, kemerli payanda, kompozit sütunlar kullanılarak görkemli, cüretkâr mekânlar oluşturulmuştur.

Paris’teki Notre Dame kilisesi 35, Chartes katedrali 36,5 metre yüksekliğe ulaşır. Amiens katedrali 42 metre yükseklik ile ikisini de geçer. Bu yapılar statik olarak duvarlara değil sütunlara dayanmaktadır. Bu şekilde daha geniş açıklıklı ve çok sayıda pencere yapılabilmiştir. Bu yapıların yapılmasında esas görev ise şantiyede görevli ustaları yöneten mimardaydı.

Kitabın 384 – 448. sayfaları arası Ortaçağ Avrupa’sındaki önemli dini yapıların mimari detayları ve bezemelerini renkli görsellerle sergileyen bir albüm niteliğinde. Son bölümde yer alan haritalarda ise siyasi sınırlar ve tarihi olaylar gösterilmiş. Yazıların aralarında değil de ayrı bir bölüm olarak düzenlenmiş bu ansiklopedik görsel şölen, her ne kadar akıcı, okuması keyifli olsa da uzun makalelerin arasında çöldeki vaha gibi neşelendiriyor insanı.

XI ve XII. yüzyıllarda figüratif sanatın en yüksek düzeye ulaştığı yerler büyük katedraller ve manastır kiliseleri olmuştur. Fransız kiliselerinde ana tema İsa yoluyla kurtuluştur. Roma’da ise hâkim üslup Hristiyanlık öncesi ve erken ortaçağın devamı gibidir. Yapımda devşirme malzemeler kullanılmış, kiliselerde mozaikle birlikte önemli ölçüde fresk de kullanılmıştır. XII. yüzyılda Sicilya ve Venedik’te Bizans etkisi görülmektedir. XIII. yüzyılda da figüratif sanatın egemen olduğu görülmekle beraber, ulusal ve hatta kentsel özellikler ön plana çıkmaya başlamaktadır.

XI. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa’nın büyük kısmında teknik ve yapı üslubu açısından büyük benzerlikler vardır. Değiş-tokuşun yarattığı dinamizm ve yeniden canlanan inşaat faaliyetleri bütün kıtada egemen olmuştur. Bu yeni mimari dilin beşiği sayılabilecek iki bölge Doğu Burgonya ve Lombardiya’dır. Cluny monastisizminin doğuşuyla beraber Cluny mimarisi de denebilecek bir üslup gelişmiştir.

Orta ve Güney İtalya’nın başka bölgelerinde de inşaat faaliyetlerinde bir canlanma yaşanır. Kent merkezlerindeki toplumsal ve ekonomik hareketlilik değerli mimari yapıların sipariş edilmesine yol açmıştır. Özellikle orta Po bölgesinde devasa katedraller inşa edilir. XI. yüzyıl ortalarında tonozlu çatı örtülerinde en yüksek tekniğe ulaşılmıştır. Norman fethinden sonra Norman etkisinin en fazla hissedildiği yer Sicilya olmuştu. Ancak İslam kaynaklı dekoratif tipolojiler de bir yandan devam etmekteydi.

Batı Avrupa dini ve sivil mimari örneklerinin yanında Doğu Hristiyanlığının kutsal mekânları ile ilgili kısa da olsa önemli bilgiler bulunuyor kitapta. Andrea Paribeni’ye göre, daha önce Bithynia’daki manastırlarda uygulanan kare şeklindeki Yunan haçı veya dört sütunlu diye bilinen kilise modeli sonra Konstantinopoliste de uygulanmıştı. Erken Bizans döneminde hem kent merkezlerinde hem de taşrada manastırlar bulunuyordu ve manastırların etrafı duvarlarla çevrilmişti. Keşişlerin yaşadığı binalar ve hizmet yapıları da hemen duvarların içindeydi. Monastik kilise modeli revaçtaydı. İlk yüzyıllara göre azalan Bizans cemaati için anıtsal boyutlarda dini yapılara ihtiyaç olmamış ve bu nedenle de ufak kilise yapıları tercih edilmişti.

Luigi Carlo Schiavi’nin İktidar Mekânları adlı makalesinde dini yapılar dışında iktidar sahiplerinin kullandığı sivil mimari tipolojisi anlatılıyor. Schiavi’ye göre, yeni Otto Hanedanı genel olarak Karolenj saraylarını örnek almıştır. Ana ikametgâhları Saksonya’daki Magdeburg’dadır. Romanesk dönemde Normanların topraklarını genişletmesiyle beraber donjon adı verilen Kuzey Avrupa’ya özgü çok katlı kompakt kale yapıları yaygınlaşmıştır. XII. yüzyılda Orta ve Kuzey İtalya’daki şehirlerde yeni bir konak tipolojisi ortaya çıkar. Dikdörtgen planlı zemin katında geniş kemerli bir açık mekân ve üst katında da meclis toplantıları için bir salon bulunan bu yapılar broletto adını almıştı. Donjon ya da Beyin Evi denen kaleler toprak dolgu üzerine inşa edilen ikamet ve hizmet binalarını kapsamaktaydı. Üç dört katlı olabilen bu yapıların girişleri yerden birkaç metre yüksekte olur ve etrafında depolar, şapel ve garnizon konutlarının yer aldığı iki ya da üç sur sırası bulunurdu. Kuzey Fransa ve İngiltere’deki standart kale planının ise dikdörtgen ve temel duvarlarının da en az dört metre kalınlıkta olduğu belirtiliyor. XII. yüzyılda donjonlar köşeleri desteklenerek çokgen ya da dairesel bir yapıya dönüşmüşler.

Kitabın Görsel Sanatlar bölümü de farklı yazarlar tarafından ele alınmış ve ayrıntılı bir şekilde incelenmiş. Yapılarda mozaik ve vitray kullanımından resim ve oymacılığa, zemin kaplamalarındaki dekoratif tasarımdan kitap üretimine, kiliselerde kullanılan donatım ögelerinden mumlara kadar görsel sanatın varlık gösterdiği her alan hakkında akademik seviyede bilgi edinebileceğimiz bir bölüm burası.

Bölgeler ve Şehirler Konstantinopolis’teki imparatorluk kilisesi Hagia Sophia ile başlıyor, Rus toprakları, Almanya, İngiltere, Sicilya, Venedik, İspanya, katedraller ülkesi Fransa ve Kutsal topraklardaki önemli mimari mekânların bina bazında incelenişi ile devam ediyor. Genel olarak bakıldığında; Rus topraklarındaki Bizans etkisi, Norman istilalarının Avrupa’nın mimari mekânlarına olan etkileri ve gotik mimarinin ortaya çıkışı bina bina incelenerek anlatılıyor denebilir. Burada göze çarpan önemli bir bilgi de İngiltere’nin X ve XI. yüzyıllarda Avrupa’da yaşanan mimari denemelere direnç göstermiş olması. İlk dönemlerde anıtsal boyutta yapılara rastlanmazken 1066’da Hastings Savaşı ile Norman fethinin gerçekleşmesinden sonra İngiltere’de de pek çok manastır ve kilise inşa edilmiş, adaya hâkim olan yeni halk yeni mimari tipolojiler ve inşaat tekniklerini de getirmiş.

Ortaçağı her yönüyle tanıtan bu değerli eser tarih ve sanata, bina ölçeğinden şehir ve bölge düzeyine kadar mekân anlayışının gelişimine ilgi duyan herkes için vazgeçilemez bir kaynak. Bir baş ucu ansiklopedisi. Aydınlanma çağında karanlık çağ olarak tanımlanan, kilise ve imparatorluk egemenliği çekişmelerinin halka ağır bedeller ödettiği, salgın hastalıkların ortalığı kırıp geçirdiği bir dönem olarak bilinir Ortaçağ. Tüm ağır yaşam koşullarına rağmen Umberto Eco bu çağın karanlıkları içinde pek çok ilerleme kaydedildiğine, insanoğlunun günlük hayatına, üretim faaliyetlerine kolaylık getirecek yeni icatlar yapıldığına dikkat çekiyor. Ortaçağ yerleşim bölgeleri savaşlar, fetihler, siyasi çalkantılar ve kültürel mücadelelere paralel olarak fiziksel anlamda da bir değişim, dönüşüm geçirmiş, sanatın özellikle de mimarinin parladığı bir çağ olmuştur. Zamanımıza kadar ulaşabilmiş incelikli sanat yapıtlarının yaratılmasına maddi ve manevi destek sağlayan ortaçağın sanat hamilerini de unutmamak lazım. 1150 tarihli bir İngiliz mine işinde “sanat, altından ve değerli taşlardan üstündür. Ama hamisi her şeyden üstündür,” yazıyormuş.

Yer yer tekleyen, uzun ve tasviri bol cümleleri Türkçeye çevirirken görülen tatsız anlatımları göz ardı edersek sıkılmadan okunacak ve ortaçağ hakkında çok geniş, bütünlüklü bu bilgi kaynağı sanatla ilgili herkese özellikle de mimarlara çok gerekli; âdeta bir ders kitabı. Yerleşik bilgi dağarcığını yeniden tasnif etmek ve yaygın yanlış inanışları gözden geçirmek için de bir fırsat.

Önceki İçerikPippa Bacca’nın Gebze’de Ölümle Biten Barış Yürüyüşü Film Oluyor
Sonraki İçerikPawel Pawlikowski belgesellerini çevrimiçi erişime açtı

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz