Kendime Notlar: Metamorfoz

201

Kendime Notlar: Metamorfoz

Kelebeğin ömrü için bir gün derler. Dramatize edilmiş yaygın bir inanış olsa da gerçeğin böyle olmadığını öğrenmişti. Yumurtada geçirdiği süre de dahil edilirse iki aydan fazla zamanı oluyormuş kelebeğin. Son metamorfozu olan kelebeğe dönüşmüş halinde ise iki haftaya kadar yaşayabiliyormuş.

Ne kadar ilginç diye düşündü; yumurtadan çıkışı, larva hali (tırtıl), koza hali ve kelebek hali. İsmin halleri gibi… Hepsi birbirinden farklı anlamlara yöneltse de kelimeleri, en güzeli kelebek hali oluyordu. O da yalın haliydi sanki. Aşkın hali…

Özünü, balını, tadını cömertçe sunan dut ağacının narin bir dalının üzerinde, sırtından yaralanmış bir tırtıl gibi hissediyordu kendini. Gözü, ağacın sunduğu balda değil iştah kabartan yapraklarındaydı. Kısa bir süre öncesine kadar yedikçe tadına doyamadığı yapraklarda. Ama yaralıydı, sızlıyordu yarası.

Yaralı tırtıllar da yaprak kemirebilir mi? Doymak bilmez iştahları söner mi? Dut ağacının özlü meyvesinin tadına hiç bakmış mıdır tırtıl? Bu öz, yarasına iyi gelebilir mi?

Yumurtasını çatlatıp çıkalı en çok bir ay olmuş tırtıl, dünyayı ve yaşamı ne kadar tanırsa o kadar tanıyordu sanki; sevgiyi, aşkı. Üstünde bulunduğu kırılgan dalın sahibi onu istiyor muydu acaba? Dalın sahibi tırtılın farkında ya da tırtıl onun farkında mıydı?

Anlayamıyordu. Ne yaşamıştı peki bunca zaman? Kulvar farklarının giderek ortadan kalktığı, her yarışçının sonunda tek çizgi içinde sıralanacağı kısa bir yarış değil miydi yaşam? İpi önce kimin göğüsleyeceğinin bir anlam ifade etmediği kulvardaydı artık, farkındaydı. Ama çözemiyordu bunca yaşamışlığa rağmen, sanki sevgiyi yeni tadıyordu. Aşkı, Fuzuli’nin şiirlerindeki gibi bilmesi nedendi? Hep hicranlı, hep bir kenardan sevdiğini umutsuzca izleyen…

Yaralı tırtılın iştahı sürmeliydi. Yoksa yarası nasıl iyileşecekti? Belki de tadına bakmalıydı ağaca ait meyvenin. Belki bakmıştı da farkında değildi. Belki de kana kana içtiği meyve özünü daha da istiyordu; doyamıyordu bu tada. Buydu tükettiği uzun zamandır. Yarası sızlıyor sızladıkça yiyordu meyveyi. İyileştirmeliydi bir an önce bu yarayı.

Yaranın kaynağının bu öz olabileceğini düşündü sonra. Aşk olmalıydı bu! Acılı ama bir o kadar da tatlı, lezzetli… İçtikçe kanatan, doyumsuz tadını tekrar tekrar istetip kana kana içirten aşk.

Aşkı yağmur taneleriyle gelip ilk güneş ışığında buhar olup uçan kısa bir yolculuk olarak düşünmüştü hep galiba. İçi o kadar karışıktı ki kendine bile ifadede zorlanıyordu. İtiraf edemiyordu sevgiyi bilmediğini, sevemediğini. Ve aslında yaranın kaynağının kendisi olduğunu. Hayatın aşk yanını yanlış anladığını yeni çözüyor ve yarasının hep orada, sırtında, kendi kendine sapladığı bir hançerden kaynaklı olduğunu anlıyordu yavaş yavaş. Anlam kazandıkça daha çok acıyor, acıdıkça iyileşiyor, kabuk bağlıyordu sanki.

Kozasını kurmalı, kelebeğe dönüşmeliydi artık…

Ne sonra fark etti. Pencereden dışarıya bakıyordu. Dışarısı soğuk içerisi sıcak. Boş boş baktığı dışarısı değil nefesiyle buğulandırdığı camdı. Aslında fark etti ki kendi içine açılan pencereden bakıyordu; ve baktığı yer de dışarısı gibi ıssızdı…

Pencerenin buğusunu silmedi. Kelebek olma hayallerini bırakmalıydı sanki, kelebeğin ömrünü düşündü… İçine açılan pencereden bakmaya devam etti.

Ve kendi kendine mırıldandı “Özgür değilsin! Kırdığın kalplerin ve en acısı kendi kırık kalbinin içinde prangalı bir mahkumsun.”

~12 Mayıs 2021 ~

Önceki İçerikİyi Bayramlar
Sonraki İçerikRindler Meclisi, Hüzünlü Diva’sını Kaybetti

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz