Flamingo

116
İlham Perisi - Flamingo

Bugün 23 Nisan Çocuk Bayramı! Bugüne özel duygu yüklü bir çocuk hikâyesi yayınlıyoruz. Lütfen çocuklarınıza okuyunuz, okutunuz. Bayramımız kutlu olsun.
…Hikmet Temel Akarsu’nun Çizmeli Kedi Yayınevi’nin Çevreci Peri Masalları Dizisi‘nden çıkan İlham Perisi isimli hikaye kitabından Flamingo isimli bir öykü…


FLAMİNGO

Hikmet Temel Akarsu

(Duygusal At, Cesur Panter ve Güzel Flamingo’nun Arılarla Masalı)
 

Şu güzelim dünyamızı nicedir gezerim. Şu ahenk, şu bereket, şu güzellik ve zarafet… Nasıl da etkileyicidir? Bilmeyen, görmeyen, duymayan var mı?… Her yan ayrı bir alemdir yer kürede… Küçük Asya’yı, Avrupa’yı, Asya’yı, Çin’i Maçin’i, okyanuslar ötesini, karlı kutupları, bozkırları, sonsuz sarı çölleri, savanları, taygaları, yağmur ormanlarını gördüm… Her gördüğüm güzellik beni ayrı büyüledi… Her birinde ayrı bir görkem vardı…

Bu büyüleyici güzellikleri gördükçe hep aklıma aynı soru gelir… Hani insanın en çok sevdiklerine baktıkça gelen o hazin soru var ya; o:

“Ya bir gün bunları kaybedersem?”

Kaybetmek korkusu mudur güzellikleri güzellik yapan?…

Belki de.

Ama insanın en çok sevdiklerini yitirmesi düşüncesi her şeyden korkunç.

Öyle değil mi?

Size göre de öyle değil mi?…

Öyleyse eğer şimdi sıkı durun. Bir gün başınıza dünyanın o en korkunç şeyinin gelmekte olduğunu, hem de hemen gelmekte olduğunu söylesem ne yaparsınız? Yani sevdiğiniz her şeyin yokolacağı bir anın gelmekte olduğunu söylesem?!

Bu bir kuruntu değil! Bir kabus değil.

Bu bir gerçek!

Nereden mi biliyorum?

Şuradan biliyorum: Bu yaz bütün arılar gitti. Bizi terketti ve yokoldular. Şaka yapmıyorum. Bu gerçekten oldu. Amerikalı bilim adamları da açıkladılar. Ülkedeki bütün kovanlar bir anda boşaldı. Bu bizim ülkemizde de oldu. Dünyanın her tarafında oldu. Hem de aynı anda oldu. Dünyadaki bütün arılar bir anda kaybolup gittiler…

“E, ne olmuş gittilerse? Arılar değil ki bizim en çok sevdiklerimiz. Giderse gitsinler! Biz de bal yemeyiz! Şeker yeriz. Olur biter!” diyen sesinizi duyar gibiyim.

Ahh; hayır dostum! Durum hiç de o kadar basit değil. Sevgili Profesör Aynştayn bile söylemiş. Arılar kaybolduktan kısa bir süre sonra dünyada yaşam bitecek. Her şey bitecek… Yaşam tamamen sona erecek…

Bunun nedeni de neymiş biliyor musunuz?.. Arılar her çiçekten, her güzellikten bal alırken dünyada yaşamın sürmesi için gerekli bütün bitki tozlarını doğaya yayarlarmış. Eğer arılar bu görevlerini yapmazlarsa, bitki tozları doğaya yayılamaz, yemyeşil doğa kendini yeniden üretemez, giderek dünya çoraklaşırmış. Derken o güzelim doğanın bizlere armağan ettiği bitkilerle, meyvelerle beslenen hayvancıklar aç kalır; hepsi birbirini yiyip mahvolurmuş. Onların ardından da sıra bize gelirmiş. Yiyecek hiçbir besin bulamayan insancıklar da açlıktan ölürmüş. Böylece dünyamızda hayat sona erermiş…

Sakın bana; “Hadi canım! Çok abarttın!” demeyin. Çünkü bu fikir bana ait değil. Aynştayn dahil bütün bilim adamlarının fikri bu!

Ve bu oldu! Daha doğrusu olmaya başladı. Korkunç bir şey ama bu yaz başladı! Arıların büyük çoğunluğu ortadan kayboldu. Söz birliği etmişçesine, bir şeylere küsmüşçesine çekip gittiler. Bu korkunç bir gelişmeydi. Çünkü arılar gidince dünyamızda hayatın da bitmeye başlayacağını artık öğrenmiştim. Bütün bilim adamları bundan söz ediyordu artık. Arıların küsüp gitmelerinin nedenlerini anlamaya çalışıyorlardı… Nereye gittiklerini öğrenmeye çalışıyorlardı.

Bu korkunç gerçekle yüzyüze geldiğimde ben ne mi yaptım?.. Hemen evden dışarı fırladım. Güzelçamlı’nın vahşi doğasına, doğal güzelliklerine, yeşil kırlara, arıların sevdiği, dünyanın en güzel çiçeklerinin bulunduğu yamaçlara çıktım. Deliler gibi koşmaya, her tarafta arıları aramaya başladım…

İnanılır gibi değildi. Bütün kovanlar bomboştu. Tek bir arı bile bulamadım. Ne bir tek arı, ne bir damla bal bulabildim…

Bütün gün Güzelçamlı Milli Parkı’nda arıları aradım. Bir türlü izlerine rastlayamadım. Bitkinlikten tükenmek üzereydim artık. Büyük düş kırıklığı içindeydim. Felaket başlıyordu demek ki! Tıpkı Profesör Aynştayn’ın dediği gibi arılar gitmişti ve sıra tüm doğaya gelmişti… Tatlı minik köyümüze geri dönmek için ağlaya ağlaya yola koyuldum.

Kalbim kırıktı. Mutsuz ve panik halindeydim. Dünya yok olacaktı. Çünkü arılar kaybolmuştu. Bunu bütün bilim adamları biliyordu. Bir şey yapmalıydı; mutlaka bir şey yapmalıydı; ama ne?

Yoksa göz göre göre, bu dünyada sevgiyle bağlı olduğum her şey, her canlı, tüm insanlık yok olup gidecekti…

Umutsuzluk ve gözyaşı içindeydim. Kana kana ağlıyordum… Her şey bitmişti işte. Mutlu günlerin sonu…

Elveda; elveda her şeye…

Gözyaşlarım sele dönmüş, yedi yerden akıyordu… Gitgide minik köyümüze, her yaz tatil için geldiğimiz sevimli evimize yaklaşıyordum. Ben oradakilere ne diyecektim? Annem, babam, kardeşlerim, arkadaşlarım, tüm sevdiğim hayvancıklar, çiçekler, böcekler… Ne diyecektim onlara?

Hepiniz yok olacaksınız? Ve sizin için yapabileceğim bir şey yok mu diyecektim?

Bunu nasıl diyecektim?

Ben sevdiklerime bir çözüm öneremeyecek miydim?

* * *

Minik köyümüze yaklaştıkça daha da fena oluyordum. Tüm arıların aynı anda gitmesi nasıl da bir felaket olmuştu? İnanılır gibi değildi. Milyonlarca yıllık insanlık tarihinde kıyamet saati gelip beni ve kuşağımı bulmuştu…

Yine başladım ağlamaya.Yüzümü çimlere gömüp gözyaşlarımla toprağı sulamaya koyuldum. Böylece ne kadar süre geçtiğini bilemiyorum. Ensemi yalayan bir ıslaklıkla kendime geldim. Fırlayıp ayağa kalktım. Bir de ne göreyim? Minik köyümüz ile orman arasında yaşayan yabani at sürülerinin en tatlı üyesi Atoş karşımda:

atos-Flamingo - ilham Perisi

“Neden ağlıyorsun sen Tuna?” diye sordu bana.

“Ne ağlaması? Ağladığım filan yok Atoş!”

“Bak Tuna, senin büyük bir sorunun var. Ağlıyorsun işte. Bunu görmedim mi sanıyorsun?”

“Hayır Atoş kardeş! Yanılıyorsun işte! Benim sorunum filan yok! Her şey yolunda!”

“Ama nasıl olur? Gözlerimle gördüm Tuna! Ağlıyordun. Hem de çok ağlıyordun!”

“Tanrıııım; bana yardım et;” dedim içimden. Şu güzelim hayvan. Şu duygusal canlı… Şu dört ayaklı melek! O da ölecek. Kıyamet kopunca her şey ve herkes gibi o da yokolacak. Ve ben ona derdimi açmamak zorundayım…

“Yanlış görmüşsün Atoş kardeş! Ben ağlamıyordum. Gözüme toprak kaçmış olmalı.”

“Tuna, bunca yıldır aynı yörede yaşıyoruz. Seni anlayamayacağımı düşünmüyorsun değil mi?”

“Bunu da nereden çıkardın? Tabii ki de öyle bir şey düşünmüyorum. Ama beni anlamanı gerektirecek bir durum yok!”

“Sanırım var Tuna!”

“Nereden biliyorsun peki? Neden varmış?!”

“Çünkü ben bir atım Tuna. Atlar anlar. Seni en iyi ben anlarım. Ben senin dostunum.”

“Ne demek bu şimdi? Ne yapayım yani?”

“Anlat bana her şeyi! Derdini söylemeyen derman bulamaz Tuna!”

“İyi, peki öyleyse! İnanmayacaksın! Çıldırdığımı, aklımı kaçırdığımı düşüneceksin! Ama sen istedin işte söylüyorum: Dünya yok olacak! Hepimiz de onla beraber yok olacağız! Toz ve kül!.. Hiçbir canlı hayatta kalmayacak!… İşte bu!… Sen ve ben dahil! Sevdiğimiz her şey yok olacak! Beğendin mi?”

“Hımmm. Ciddi misin?”

“İşte! Biliyordum! İnanmıyorsun bana! Çıldırdığımı düşünüyorsun!”

“Bunu da nereden çıkardın? Sana her zaman inanırım Tuna! Sen iyi kalpli ve dürüst birisin! Ama elinde ciddi bir kanıt var mı?”

“Var! Hem de düşünemeyeceğin kadar ciddi!”

“Nedir o?”

“Arılar! Bütün arılar kayboldu! Hepsi bir anda yok oldu! Tabii şimdi bunda ne var diyeceksin?! Onu da anlatayım…“

“A-aaaa! Saçmalama Tuna! Bunun önemini anlamaz mıyım? Profesör Aynştayn bile söylemişti. Arılar giderse her şey biter diye.”

“Se-se-sen beni anlıyorsun At kardeş… Bu inanılmaz.”

“Neden inanılmazmış Tuna? Sen de beni anlayacaksın yakında. Bir at gibi düşünmeyi öğrendiğinde, eminim ki bunu başaracaksın.”

“Gerçekten mi At kardeş? Peki nasıl olacak bu?”

“Bak Tuna; şimdi onu bırak. Büyük bir sorunla karşı karşıyasın. Üstelik bu hepimizin sorunu. Bunu sen çözebilirsin. Arıların nereye gittiğini öğrenirsek bu sorunu çözebiliriz!”

“Ama bunu nasıl öğreneceğiz?”

“Bütün çiçeklerin, böceklerin dilinden Lokman Hekim anlar Tuna. Bütün dertlerin dermanı da ondadır. Hatta kimilerine göre ölümün çaresini bile bilir derler.”

“Peki onu nasıl bulabilirim ben?”

“Onu ben bilemem. Ben senin Lokman Hekim’i bulman gerektiğini biliyorum sadece. Senin derdinin dermanının onda olduğunu biliyorum. Ama ona gitmek için başka şeylere de ihtiyacın var. Onlar da bende yok.”

“Peki kimde var?”

“Şu ovanın bittiği yerde, doğal güzelliklerle ve tehlikelerle dolu bir orman var. Orada yaşayan Güzelçamlı’nın Kayıp Panteri’ni duymuşsundur…”

“Tabiii… Hiç duymaz olur muyum. O bizim efsane panterimizdir. Güzelçamlı Milli Parkı’nın bekçisi, insancıkların koruyucusudur!”

“Evet Tuna. Bilirsin; bir gözükür bir kaybolur. Herkes onun soyu tükendi sanır. Ama insancıklar her zor duruma düştüğünde ansızın ortaya çıkar ve onlara yardım eder. Doğanın sağduyusudur o.”

“Bunları biliyorum Atoş. Sözü nereye getireceksin?”

“O cesur ve güçlü bir yaratıktır Tuna. Doğada her zaman ayakta kalmayı başarmıştır. İstersen Panter Kardeş’e kadar seni götürebilirim. Sanırım Lokmen Hekim ormanın öte tarafında bir yerde. Belki seni Lokman Hekim’e Panter Kardeş götürebilir? Denemek ister misin?”

“Tabii ki de Atoş! Başka çare var mı? Yoksa bütün dünya yok olacak. Sevdiğimiz her şey!”

“Bin sırtıma o zaman gidelim! Seni oraya kadar götürebilirim.”

“Ne kadar iyisin Atoş kardeş. Hem benim duygularımı anlıyorsun, hem de bana çözümler sunabiliyorsun.”

“Benim yerimde olsan sen de aynısını yapardın Tuna.”

* * *

Atoş’un sırtında uzun bir yolculuk yaptım. Yol boyunca düşündüm. Atlar iyi kalpli, anlayışlı, çalışkan ve sabırlı yaratıklardı. Bu güzel huylara ben de sahip olsam ben de aynı iyilikleri yapar mıydım? Bugüne kadar bu sorunun yanıtını bilmiyordum. Ama sanırım bugünden sonra aynısını yapacağımdan eminim.

Yol boyunca içinde bulunduğum güven duygusu ve sevgi adeta ruhumda bazı dönüşümleri canlandırıyordu. Sanki; sanki nasıl söyleyeyim; inanmayacaksınız ama; ilk andaki kadar umutsuz değildim. Neden olmasındı? Belki de gerçekten bir çare bulmak mümkündü? Belki de Lokman Hekim’e ulaştığımda arıları bulmam mümkün olabilirdi? Arıları geri getirmeyi başarabilirsem de belki herkesi, her şeyi, tüm dünyayı ve sevdiğim her şeyi kurtarabilirdim. Kalbimin bir at kalbi gibi kocaman atışlarını duyuyordum artık. Adeta bir atın kalbi gelmiş benim küçücük gövdemin içine girmiş güm güm atıyordu.

Ormanın derinliklerinde bu duygularla dolu olarak saatlerce ilerledik. Bir süre sonra ağaçlar daha da sıklaşmaya, yollar bir atın geçemeyeceği kadar darlaşmaya başladı. Dev ağaçlardan sarkan dallar, yapraklar yüzümüzü gözümüzü kesiyordu. Artık ilerlemekte güçlük çekmeye başlamıştık. Kara kara ne yapacağımızı düşünürken ansızın Atoş’un sesini duydum:

“İşte geldik! Artık inebilirsin!” dedi. “Panter Kardeş işte burada!”

Ovanın bitiminde Güzelçamlı ormanlarının kralı sevgili Panter Kardeş’i ilk gördüğümde bir parça irkildim. Tamam, Atoş beni bir dosta emanet ediyordu. Ama kocaman Panter de korkuç gözüküyordu. Ya beni yerse diye ödüm kopuyordu.

panter--ilham-Perisi

“İnmem sence doğru olur mu Atoş?” diye sordum kaygıyla.

“Ne demek bu şimdi?”

“Yani hiç; Panter Kardeş çok korkunç gözüküyor da!”

“Hımm anlıyorum Tuna. Dur seni rahatlatayım. Şimdilik inme. Sen benim sırtımdayken konuşayım Panter Kardeş’le. İkna olursan inersin.”

“Sanırım böylesi daha iyi.” dedim utanarak.

“Heeey Panter Kardeş; sana çok sevdiğim bir dostumu getirdim. Lokman Hekim’e gitmesi gerekiyor. Ona yardımcı olur musun?” diye seslendi Atoş.

“Sen istiyorsan tabii ki de yardımcı olurum Atoş. Ama o istemedikten sonra bu nasıl olacak?”

“Ama be-be-ben istiyorum. Ben Lokman Hekim’e gitmek istiyorum.” dedim kekeleyerek.

“Peki neden ona gitmek istiyorsun?”

“Çü-çü-çünkü. Ona ulaşmam lazım. Arılar kayboldu. O yüzden dünya yok olacak. O bana arıları nerede bulabileceğimi söyleyebilir belki.”

“Bak küçük insancık; ben seni bu binbir tehlike ile dolu ormandan geçiririm. Atoş’un hatırı için bunu yaparım. Ama sende güç ve cesaret olmadıktan sonra bu nasıl olacak?”

“Ama, be-be-bende neden güç ve cesaret olmasın ki? Neden bana öyle dediniz Panter Kardeş?”

“Seni Lokman Hekim’e götürmem için bu vahşi ormandan geçirmemi bekliyorsun benden. Ama daha atın sırtından inmeye bile korkuyorsun.”

“Ama benim kötü bir niyetim yoktu ki!”

“Biliyorum. Ama bu ormanlarda hayatta kalabilmek için en önemli şey kudrettir. Cesarettir. Güçtür. Sen bu ormanları geçebilecek gibi gözükmüyorsun! Üstelik sen yeterince akıllı bile gözükmüyorsun!”

“Ama neden? Bu fikre nasıl vardın Panter Kardeş?”

“Oradan inmezsen, yanıma gelmezsen zaten kıyamet kopacak; sen ve tüm sevdiklerin öleceksiniz değil mi?”

“Evet.”

“Öyleyse inmemek gibi bir seçeneğin yok değil mi? İnmesen de kesinlikle öleceksin.”

“Evet.”

“Ama sen yine de inmiyorsun!”

“Evet!”

“Akıllı, güçlü ve cesur biri böyle mi davranır?”

Ansızın yaptığım hatayı anladım. Bir anda Atoş’un sırtından aşağı atladım. Koşa koşa gidip Panter Kardeş’in boynuna sarıldım. Öptüm onu. Ruhum cesaret ve bilgelikle doldu. Beynimin damarlarındaki kan akışlarının hızlandığını, kendime güvenimin geldiğini hissettim.

“Bunu ancak bir panter yapabilirdi!” dedi Panter Kardeş.

“Biliyorum!” dedim gururla. “Şimdi yoldaşın olmaya layık mıyım?”

“Evet. Fakat senin için yapabileceklerim sınırlı. Ben seni ormanın sonuna kadar götürürüm. Oradan Lokman Yaylaları’na seni ancak bir flamingo çıkarabilir. Bende o yüksekliklere çıkacak yetenek yok. Çünkü ben uçamam!”

“Peki beni oraya götürebilecek bir flamingoyla tanıştırabilir misin?”

“Hımm; bunu neden yapayım?”

“Sanırım akıl ve yaşama azmi bunu gerektiriyor,” dedim gülerek.

“Ne demek istiyorsun?” dedi Panter Kardeş.

“Arıların izini bulamazsak dünya, üzerinde yaşayan tüm canlılarla birlikte yok olacak dememiş miydik?” dedim ve gülümsedim. “Senin de kurtuluşun buna bağlı!”

Panter Kardeş koca bir kahkaha attı.

“Şimdi aynı dilden konuşmaya başladık!” dedi; “Düş önüme!”

Atoş’la vedalaştık. Gözümden bir damla yaş süzüldü. Onun da gelmesini isterdim. Ama o, ormanda ilerleyemezdi. Çünkü gövdesi de kalbi gibi kocamandı. Buradan sonrasını Panter Kardeş’le gitmek zorundaydık. Tıpkı ondan sonrasını da bir flamingoyla gitmek zorunda olacağımız gibi.

Panter Kardeş arkada, ben onun sırtında, balta girmemiş ormanlarda ilerlerken ruhumdaki tuhaf değişimleri an be an hissediyordum. Bir panter kadar cesur, güçlü ve kendinden emin duygular içindeydim. Karşılaştığım her soruna akılcı çözümler üretmek üzere tüm beynimle devredeydim.

Adeta ruhen ve bedenen dönüşüyordum. Bu çok garip bir duyguydu.

* * *

Vahşi ormanın sonuna kadar geldiğimizde yemyeşil kuş cennetinde, mavi sularda masal kahramanları gibi dolaşan, su içen, şarkılar söyleyen, güzelim uzun boyunlu, beyaz flamingoları gördük. Hemen flamingoların en güzeline seslendi Panter Kardeş:

“Heyyy! Güzel Flamingo, gel buraya. Senden bir isteğim var.”

Güzel Flamingo dev kanatlarını çırparak bir saniyede yanımıza geldi.

“Buyrun Güzelçamlı Doğa Parkı’nın Sayın Kralı Panter Kardeş: Ne istiyorsunuz?”

“Sana bir dostumu tanıştırmak istiyorum: Tuna! Uzun ve yorucu bir orman yolculuğu yaptık. Bu süre içinde Tuna her türlü deneyden geçti. O artık bir panter kadar güçlü, cesur, mücadeleci ve akıllı. Yaşama azmi ile dolu. Benim kankam o.”

“Ne kadar güzel! Tanıştığımıza çok memnun oldum Tuna Kardeş.”

“Benim kankam Lokman Yaylası’na çıkmak istiyor Güzel Flamingo.”

“Yaa; bu çok zor bir yolculuktur. Ancak hayalleri çok büyük olanlar bu kadar yükseklerde uçabilirler…”

“Bir flamingo kadar mı?” diye sordum gülümseyerek.

Çok mutlu oldu Flamingo Kardeş. Onun zarif ruhuna hitap etmişti güzel sözlerim.

“Lokman Yaylası’na neden çıkmak istiyorsun Tuna Kardeş?” diye sordu güzelim Flamingo.

“Ahh; bu çok önemli Flamingo Kardeş. Bütün arılar kayboldu. Onların nerede olduğunu bilse bilse Lokman Hekim bilir dediler.”

“Yaa; öyle mi… Desenize zorlu bir uçuş bekliyor bizi.”

“Evet Flamingo Kardeş. O kadar zarif ve güzel gözüküyorsunuz ki; sizin sırtınıza nasıl biner de Lokman yaylasına kadar uçarım bilemiyorum.”

“Zarif ve güzel olmak sevdikleri için özveride bulunmaya engel değildir Tuna!”

“Ahh; ne kadar iyi kalplisiniz Flamingo Kardeş. Keşke dünyadaki herkes sizin kadar iyi olsa. Üstelik neden oraya çıkmak zorunda olduğumuzu bile sormuyorsunuz.”

“Sormama gerek var mı Tuna Kardeş?”

“Anlayamadım? Bilmek istersiniz diye düşünmüştüm Flamingo Kardeş.”

“Biliyorum zaten Tuna. Profesör Aynştayn arılar kaybolduğu anda kıyamete çeyrek var demektir demişti. Bunu bu kuş cennetinde bilmeyen var mı?”

“Ohh, sadece zarif ve güzel değil hem de çok bilgili ve anlayışlısınız siz Flamingo Kardeş.”

“Flamingolar öyle olur Tuna.” diyerek araya girdi Panter Kardeş.

“Peki bu durumda beni Lokman Yaylası’na çıkaracak mısınız Flamingo Kardeş?”

“Kuşkusuz, kuşkusuz Tuna. Bir Flamingo iyi kalpli birine hiç hayır diyebilir mi? Hem zaten başka çare var mı? Artık sorun hepimizin, tüm dünyanın sorunu olmuş.”

“Bu harika bir haber!”

“Peki Tuna Kardeş,” diye sordu Flamingo; “Hayallerin ne kadar büyük?”

“Eh, epeyce büyüktür?”

“Ne kadar yükseğe çıkmaya dayanabilirsin?”

“Sanırım bir flamingonun çıkabileceği yüksekliğe kadar çıkabilirim.”

“Peki uçmayı sever misin?”

“Çoook.”

“Peki sen de hangi güzelliklere sahip olursan ol sevdiklerin için her şeyi göze alır mısın?”

“Kuşkusuz Flamingo Kardeş.”

“E zaten sen de neredeyse Flamingo olmuşsun Tuna Kardeş. Bir tek kanatların eksik.”

“Dilerim bir gün o da olur.” dedim. Güldüm.

“Atla o zaman sırtıma.” dedi.

Bir çırpıda atladım Flamingo Kardeş’in sırtına. Kendimi gerçekten de bir flamingo kadar narin, hayalci ve uçucu hissediyordum. Adeta dönüşüyordum. Ruhen ve bedenen değişiyordum.

Biraz havalanınca aşağıda durup bize bakan Panter Kardeş’e el salladım. Bir damla gözyaşı döktüm. Onun da bizle gelmesini isterdim. Ama o, bir flamingonun sırtına binemeyecek kadar ağırdı.

Lokman Yaylası’na doğru kanat çırptık.

* * *

Lokman Yaylasına çıktığımızda bir de ne göreyim? Dünyanın bütün arıları orada toplanmış, vız vız vız Lokman Hekim ile söyleşiyorlar. Her biri binbir çiçekten öz alıyor. Mutlu ve şen şakraklar. Koşa koşa Lokman Hekim’in yanına gittim.

“Efendim, efendim, siz buradasınız, çok şükür!”

“Aaaaa; hoşgeldin Flamingo biz de seni bekliyorduk.”

“Ama efendim ben Flamingo değilim ki. Beni biriyle karıştırıyorsunuz. Ben Tuna. Sadece Tuna. Her yaz tatilinde Güzelçamlı Milli Parkı’na gelen Tuna.”

“Belki eskiden Tuna’ydın. Ama sen artık Flamingo oldun.”

“Nasıl yani?”

“Basbayağı?”

“Ama efendim benim şakayla uğraşacak durumum yok. Ben çok önemli bir iş için geldim.”

“Neymiş o önemli iş?”

“Efendim bütün arılar kayboldu ortalıktan. Arılar gidince kıyamet kopacak demişti Profesör Aynştayn. Kıyamet koparsa sevdiğimiz her şey yok olacak.”

“Gördüğün gibi bütün arılar burada Flamingo.”

“Efendim beni yine biriyle karıştırıyorsunuz. Ben Tuna. Tu-na. Sadece Tuna.”

“Arıların hepsini buraya ben çağırdım Flamingo.”

“Hay Allah, yine Flamingo dedi bana!…”

“Çünkü Flamingo; onları artık bir at kadar anlayışlı, çalışkan ve sabırlı, Güzelçamlı’nın efsane kayıp panteri kadar cesur, güçlü, akıllı ve mücadeleci; bir flamingo kadar uçucu, zarif hayalci ve iyi kalpli olmuş bir insancık dünyaya geri götürecek. Ve dünyada her şeyin en güzelini yapacak. Tüm insancıklar da bu eşsiz yaratığı örnek alacağı için dünya bambaşka bir yer olacak. Yeryüzü, Lokman Yaylaları kadar güzel bir yer olacak. Biz sırf flamingolar kadar güzel bir insancık yetişsin ve buraya kadar gelsin diye tüm arıları buraya topladık.”

“Yaa, öyle mi? Harika. Demek ki arılar dünyaya dönecek ve yine en güzel balları yapacak. Buna sevindim. Peki onları geri götürecek flamingoya dönüşmüş insancık nerede?”

“Sensin işte!”

“Efendim ne olur benle dalga geçmeyin. Sevdiğimiz her şey tehlikede. Ne olur bana asıl kurtarıcının yerini söyleyin.”

“Peki söyleyeyim!”

“Kalbini tut!”

“…?”

“Ne var orada?”

“Hımm sanırım kalbim büyümüş. Adeta bir at kalbi gibi ağır geldi bana.”

“İyi. Beynine dokun. Orada ne var?”

“Hımm çok değişik bir his. Adeta bir panter kadar cesur, güçlü ve akıllı hissediyorum.” dedim ve ansızın Lokman Hekim’in düşüncesini çözmüş olarak haykırdım:

“Hayır işte, ben sözünü ettiğiniz Flamingo değilim çünkü en azından kanatlarım yok. Ben uçamam!”

“Dokun omuzlarına Tuna!” dedi Lokman Hekim sakince.

Aman Tanrım. Dokundum ve omuzlarımda daha önce hiç orada olmayan flamingo kanatları büyüdüğünü gördüm. Tıpkı flamingolar, kartallar, arılar gibi olmuştum. Dondum kaldım.

“Flamingo,” dedi Lokman Hekim; “Gördüğün gibi sen gerçek bir Flamingo’sun artık. Çünkü Lokman Yaylası’na kadar çıkmayı başardın. Ve yolda pekçok şey öğrendin. Değerli biri oldun. Dünyanın en güzel yaratığı; gerçek bir flamingo gibi oldun. Senin artık dünyaya verecek çok şeyin var. Balarılarını sırtına al ve git. Dünya seni bekliyor. Bu yolculuğu bunun için planlamıştık. Başardın. Bundan sonra her şey çok güzel olacak. Çünkü artık seni gören insancıklar, örnek alacaklar. Flamingolar kadar temiz ve iyi kalpli, her derdin dermanını bilen, narin varlıklar olacaklar. Hep iyilik yapacaklar. Doğaya ve tüm canlılara…”

“Arılar bir daha bizi bırakıp gitmeyecek, değil mi Lokman Hekim?” dedim, gözümden bir damla gözyaşı döküldü.

“Sen onların önderi değil misin Flamingo? Sen istemedikçe bir daha asla gitmeyecekler…”

Sarılıp öptüm Lokman Hekim’i. Kanatlarımı çırptım. İnanılır gibi değildi. Gerçekten de bir flamingo gibi yerden yükseliyordum. Bütün arılar çevremde toplandı. Dünyaya doğru uçuşa geçecektik. Eski kötü günleri unutmak, her şeyin en güzelini yapmak için… Lokman Hekim ayağa kalktı son bir kez bana seslendi:

“Flamingo!” dedi.

“Buyurun efendim.” dedim.

“Lokman Yaylası’ndan çıkan her bitki özü bir derdin dermanıdır.”

“Biliyorum efendim.”

“Bunlar kullanılarak her derde deva bulunur.”

“Biliyorum efendim.”

“401 derdin dermanını buldum ben bu yaylada. Bu derman formüllerinin 199’unda zeytinyağı vardır, 299’unda tarçın vardır, 399’unda ise bal vardır.”

“Anlıyorum efendim.”

“Haydi şimdi git güle güle. Yolun açık olsun.”

“Şeyyy efendim. Beni bağışlarsanız eğer…”

“Evet?”

“Bir şey soracaktım?”

“Sor Flamingo!”

“Bal’ın derman olmadığı o iki şey nedir?”

“Biri sevda yarası, biri de sonsuz yaşam tasası Flamingo.”

Önceki İçerik‘Romeo ve Juliet’ internet üzerinden ücretsiz erişime açıldı
Sonraki İçerik2020 “Yarının Kadın Yıldızları” belirlendi

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz