Distopik Devlet Temsili: 1984

261
Distopik Devlet Temsili: 1984

Distopik Devlet Temsili: 1984

Türkiz Özbursalı

 

Her iktidar kendi egemenlik alanında sadece siyasi ve ekonomik değil, mekânsal olarak da hâkim olmayı ister. Özellikle otoriter rejimlerde iktidar erki varlığını hissettirecek, felsefesini yansıtacak imge ve mekânlar oluşturmaya çalışır. Uzun yıllar boyunca doğal bir şekilde bir kültür ve yaşam biçiminin ya da evrensel değerlerin yereldeki yansıması olarak gelişen inşa edilmiş çevre bu otoriter dayatma ve yönlendirme ile kimliksizleşmeye, kişiliksizleşmeye, değersizleşmeye başlamaktadır. Mimarlık, bütün canlılarla; insanla, hayvanla, yaşayan doğa ile çok sıkı ilişki içinde; yaşama, düzene dokunan, değiştiren, dönüştüren bir eylem alanı olduğundan siyasi ve sosyolojik dönüşümlerden doğrudan etkilendiği gibi, kendisi de toplumsal değişimin yönü ve hızını etkileyebilecek bir araç olarak kullanılmaya son derece uygundur.

İktidarlar devletin gücünü kamusal yapıların azametinde de yaşatmak ister. Bu yapılar resmi ideolojinin temsil edildiği görsel figürlerdir. Boyutları, biçimleri, kapı, pencere ya da üzerlerindeki bezemelerle onu kullanan, içinde ve dışında onlarla beraber yaşayan insanlara o kadar çok şey anlatırlar ki… Kuralları hatırlatır, patronun kim olduğunu, senin kim olduğunu hissettirir, diskur çekerler, insanı kendine getirir, yola sokarlar. Mimarlık bu siyaset-sanat işbirliği açısından da çok önemlidir, mimar çok önemlidir. Baş tacı da edilir, ipe de gönderilir.

Burada mimar deyince Albert Speer’i hatırlamak gerek. Nazi Almanyası’nın Silahlanma Bakanı, Hitler’in en yakınındaki kişilerden Nasyonal Sosyalist parti üyesi; devletin resmi mimarı… Hitler Almanyası’nın anıtsal yapılarının, devasa meydan ve yollarının tasarımı Hitler ve Speer’in ortak çalışmalarının ürünüdür. Hem kent hem de yapı ölçeğindeki azametle iktidarın ideolojisi ezici bir şekilde sergilenmekteydi.

Savaşın sonunda Hitler’in terk-i hayat ederek tarihin en nefret edilen kişileri listesinde yerini almasına rağmen Speer cezasını çekmek üzere gönderildiği hapishanede istiğfar getirmiş, özgürlüğe kavuştuktan sonra da mesleğine geri dönmüştü. Kendi adını taşıyan Albert Speer Jr. Architecture elan Almanya’nın en tanınmış mimarlık ofislerinden biridir. 1984’ün ürkütücü resmi yapılarını hangi mimarın yaptığını George Orwell söylememiş ama kuşkusuz onların da bir müsebbibi vardı…

Gerçek adı Eric Arthur Blair olan Orwell’in 1984’ü bugüne kadar yazılmış en başarılı distopyalardan biri olarak 1946’da kaleme alınmaya başlanıp yazımı 1948 yılında tamamlanmıştı. Orwell, kitabın ismini yazımının bittiği 1948’in 8 ve 4 rakamlarının yerini değiştirerek 1984 olarak koyduğunu söyler. Kitap uzun yıllar sonra; 1984’de Michael Radford tarafından senaryolaştırılıp sinemaya uyarlandı. Orwell, eseri soğuk savaşın başlarında, hastalıklı bir döneminde kaleme almaya başlamış ve uzunca bir süre üzerinde çalışmıştı. Gücün kişiselleştirilip halk üzerine ağır baskı ve gözetim eliyle bir yönetimin tariflendiği bu distopik roman yazıldığı günden beri genel olarak sosyalizmi mi, yoksa özel olarak sadece Stalin’in yönetimindeki Sovyet sosyalizmini mi, ya da totaliterleşme eğilimindeki bütün sistemlerin geleceğine yönelik bir kurgu mudur diye edebi, felsefi, siyasi her düzlemde tartışılagelmiştir. Bu meseleye bu yazının konusu olmadığı için girmeyeceğim ama sağlığında sosyalist olarak tanınan ancak ölümünden sonra hakkında çıkan İngiliz istihbaratına bilgi aktaran bir “çalışan” olduğu söylentilerinin 2000’li yılların başında İngiliz resmi kaynakları tarafından da kabul edildiği Orwell’in hangi saikle bu işe tevessül ettiği bizi ilgilendirmese de kalbimizi kırdığını söylemeden edemeyeceğim…

Burada kitabın konusunu kısaca hatırlayalım. Üçüncü Dünya Savaşı’ndan sonra üç devletli ve aralarında sürekli bir savaş-barış döngüsünün yaşandığı bir dünya oluşmuştur. Bu devletlerden biri olan Okyanusya, İngsoc partisi tarafından yaygın bir baskı ve kontrol rejimiyle yönetilmekte, en ufak muhalif bir hareket, sisteme karşı en küçük olumsuz bir eleştiri bile acımasız işkencelere maruz kalmaya yol açıp cezalandırılmaktadır. Açık ve kapalı her mekâna, her eve yerleştirilen tele-ekran adındaki araçlarla sürekli olarak hem partinin ideolojisi insanların zihnine aktarılmakta, hem de aynı zamanda bir görüntü alıcı alet sayesinde herkes izlenmektedir. “Big Brother”ın gözü her yerdedir. Bu şekilde toplanan bilgilerle sistem muhalifleri, düşünce suçluları ve uyumsuzlar düşünce polisi tarafından yakalanıp işkencelerden geçirilmekte hatta toplum içinde infaz edilmektedirler.

Roman, gizliden gizliye sistemi sorgulayan Winston Smith ve sevgilisi Julia üzerinden geleceğe dair olumsuz göndermeler yapan bir distopya başyapıtıdır. Winston, arşivlenmiş yayınları günün gerektirdiği şekilde değiştirerek geçmişi tekrar şekillendiren, tarihi silip yeniden yazan Gerçek Bakanlığı’nın bir çalışanıdır. Aynı bakanlıkta çalışan muhalif Julia ile arkadaşlığı ilerleten Winston, kiraladığı rehinci dükkânının üst katında sevgilisiyle buluşup yasak olmasına rağmen aşk yaşamaya başlar. Winston ve Julia burada izlenmediklerini düşünerek, sistem karşıtı düşüncelerini olgunlaştırıp, iktidar tarafından var olduğu iddia edilen sisteme muhalif çevrelerin lideri Goldstein’a yakınlık hissetmeye başlarlar. İç parti üyesi O’Brien tarafından sözlüğün son baskısının içine gizlenmiş olarak Winston’a verilen, Goldstein’a atfedilen Kardeşlik Kitabı’na da sahip olup tuzağa düşürülen sevgililer, aslında bir düşünce polisi olan mal sahibi bay Charrington tarafından ihbar edilerek Sevgi Bakanlığı’na hapsedilirler. Winston işkence gördüğü sırada gerçekte Kardeşlik Kitabı’nın sistem muhaliflerini tuzağa düşürmek için, onu temin ettikleri O’Brien tarafından yazıldığını öğrenecektir. Uzun işkencelerin sonunda Winston pes eder, iflah olur ama yine de O’Brien’e “başaramayacaksınız” demekten kendini alamaz.

Gerçek ve Sevgi bakanlığından başka filmde üstünde durulmayan Barış ve Bolluk/Varlık bakanlıkları da bulunmaktadır. Bakanlık binaları çok yüksek ve piramidal yapılar. Winston’ın çalıştığı Gerçek Bakanlığı gökyüzüne teras teras yükselen beyaz bir yapı ve cephesinde partiyi simgeleyen üç motto yazıyor:

Savaş Barıştır
Özgürlük Tutsaklıktır
Bilgisizlik Kuvvettir

Sevgi Bakanlığı, sistem karşıtlarının ve uyumsuzların hapsedilip işkence gördükleri yapı. Hiç penceresi yok. Etrafı tel çitlerle çevrili, büyük çelik bir kapısı var. Winston, Zafer Konutları’nda oturuyor. Burası dış parti üyelerinin oturduğu bir site. Bütün konutların penceresi bu dört bakanlık binasına bakıyor. Konutlar süregelen savaştan etkilenmiş, yıkık-dökük perişan hâldeler. İşe giderken Winston’ın geçtiği yollar tarladan farklı değil. Film boyunca kentsel mekânda ne bir ağaç, çiçek ne de bir hayvan görüyoruz. İç parti üyelerinin konutları ise hem dış görünüş hem de iç dekorasyon olarak daha konforlu, yaşam kaliteleri daha yüksek.

Film uyarlamasında karanlık, gri tonlardaki mekânlar ve soğuk mavimtırak ışıklandırmanın korku, sindirilmişlik, kasvet ve iç sıkıntısını çok iyi yansıttığını görüyoruz. Rüyaların karanlığından yeşilin hâkim olduğu aydınlık bir manzaraya ulaşma da kentin yıkık-dökük yapıları da kolay ve etkileyici bir şekilde yaşanan gerçekliği yansıtıyor. Film mekân tasarımı, dekor ve ışıklandırmaya yüklenmiş; karakterlerden çok mekân görselleri, romanda da detaylıca anlatılan “ölü şehir” üzerinden puan alıyor.

Sinemanın görsel ve işitsel bir sanat olması hasebiyle, filme konu olan hikâyeyi, düşünceyi aktarmada kuşkusuz ki renk ve ışık kullanımı çok önemli. Burada da, insan zihnini inşa edilmiş çevrenin renk, doku ve ışığı üzerinden psikolojik manipülasyonla etkilemenin mümkün olabildiği iddiasının bir yansımasını görüyoruz. Filme hâkim olan gri ve tonal renkler algıyı hem kolaylaştırıp hem de tek tipleştiriyor. Kırsal alandaki ağaçlıklı sahnelerin duru ve yeşil tonlarında birazcık nefes alan izleyici kent içi sahnelere dönüşle tekrar huzursuzluk ve melankoli hissini artarak duyumsuyor. İnsanların ve yaşadıkları çevrenin renklendirmesindeki renk ve ton benzerliğiyle toplumun sistemle uyumuna atıf yapılmakta, toplu propaganda gösterilerinde çoğunluğun tezahürata katılmasına rağmen arada tek-tük birkaç kişinin suskun gözükmesi de geleceğe yönelik umutsuzluğun bir ifadesi olarak algılanmakta.

Roma İmparatorluğu’nda da şahit olduğumuz devlet hegemonyasının insan eliyle yaratılan mekânlara yansıması tarihin her döneminde söz konusu olmuştur. İstilacı Roma ordularının savaşa giderken ya da zafer dönüşü kullandıkları zafer yolları ve meydanlar şehri biçimlendirmiş, gelişme şekli ve yönünü belirlemiştir. “Zafer Meydanı” kavramı Okyanusya’da da var.

Yönetenler ve yönetilenlerin yaşadığı mekânlar arasındaki uçurumu Winston’ın evi, rehine dükkânın üst katındaki oda ve O’Brien’in evinde geçen iç mekân sahnelerinde açıkça görüyoruz. Sınıf ayrımının çarpıcı bir şekilde yansıdığı diğer sahneler içinde, halkın yolculuk yaptığı trenlerin eski ve bakımsız olmalarına rağmen güvenlik güçlerine ait helikopterin ve güvenlik elemanlarının modernliği, yöneticilerin gerçek yiyecek yemelerine karşın halkın yapay yiyecek tüketmeye mahkûm edilmesi sayılabilir.

Mimarlığın siyasetle, siyasetin; özellikle de iktidar sahiplerinin siyasetinin mimarlık ve inşaat sektörüyle karşılıklı bir çıkar ilişkisi içinde bulunduğu inkâr edilemez. İster demokratik ister totaliter olsun her iktidar sahibi illaki yapay çevreye bir el atmak ister. İktidar toplumsal mekânı istila eder. İktidar eliyle yaratılan, dönüştürülen toplumsal mekânda hâkim ideolojiyi okuruz. Her alanda olduğu gibi iktidarın örgütlemeye çalıştığı fiziksel mekânda da bir tür antagonist çelişki sürer gider. Totaliter rejimlerin kentsel fiziki mekânlarda insanı küçük, önemsiz, değersiz ve fakat itaatkâr hissettiren mimari ögelere yer vermesinin kuşkusuz siyasi bir anlamı da var.

1984 filmi, kitabı kadar olmasa da izleyiciden büyük bir ilgi görmüş, yönetmeni Radford, ciddi sinema eleştirmenleri tarafından kitapla uyuşmayan bir takım sahneleri nedeniyle saygısızlıkla suçlanmışsa da kitabın ana konusunu, düşünce dünyasını ve hissiyatını aktarma açılarından başarılı bulunmuştur.

Son söz olarak, edebiyat tarihinde yer edinmiş eserleri mümkünse orijinal dilinden, ya da aslına en uygun çevirisinden massetmek gerek. Birçok edebi eserin sinemaya uyarlanmış hâlleri ne yazık ki yeteri kadar tatmin edici olamıyor. Ne içerik ne de görselleştirme olarak…

 

Önceki İçerik6th International Conference on New Trends in Architecture and Interior Design
Sonraki İçerikKısa Kısa Kemeraltı Kısa Film Yarışması

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz