Dinlediğimiz daima kazananların anlattığı tarihtir

114
Hikmet Temel Akarsu - Nijilist
HİKMET TEMEL AKARSU:
“Dinlediğimiz daima kazananların anlattığı tarihtir”

Hikmet Temel Akarsu, “Nihilist” isimli romanında arkaik çağlardan bugüne insanlığı taşıyan temel ideolojilerin kaynağını, içinde yaşadığımız uygarlığın nereden gelip nereye gittiğini sorguluyor, sorgulatıyor. Okur, romanın kahramanı “seçilmiş” keşişle birlikte yollara düşüp gerçeğin ne olduğunu ve nerede olduğunu, insanlığın serencamını sorgulamaya koyuluyor. Reddedilmişlerin Mesihi ile birlikte “tarih siliciler”in arasına karışıyor ve gerçeğin itinayla yok edildiği bir dünyada yaşadığımızı bir kez daha idrak ediyoruz. Çünkü tarih hiçbir zaman yazılmıyor, daima siliniyor.

Her ne kadar uygar bir dünyada yaşadığımızı düşünsek de hâlâ korkunç savaşların, insanlık dramlarının yaşandığı bir düzende varlığımızı sürdürüyoruz. Yerküre üzerinde birçok yerde haksızlık, kötülük ve vahşet kol geziyor. Neyin gerçek neyin kurmaca olduğu birbirine karışmış ve gerçekte ne olup bittiğini tam olarak bilmek neredeyse olanaksız. Karanlık çağlardan bu yana çok da değişen bir şey yok diye düşünmeden edemiyor insan. Hikmet Temel Akarsu’nun “Nihilist”i de tüm bunları sorgulamak üzere bir yolculuğa davet ediyor okuru. Bir an evvel yola çıkmakta fayda var. 

SÖYLEŞİ: Elif Şahin Hamidi

 

Elif Şahin Hamidi: Nihilist, on dokuz kısa öykünün birleşiminden oluşan bir roman. Romanın başkahramanı, Reddedilenler’in Mesihi olduğunu iddia eden, “seçilmiş” bir keşiş. Bu roman nasıl ortaya çıktı? 

Hikmet Temel Akarsu: İlk başlarda, bildiğimiz uygarlığın temellerini irdeleyen, özgün, arkaik ve “gothic” tarzda kısa öyküler yazıyordum. Bunları yazarak yaşadığımız uygarlığın nereden gelip nereye gittiğini, bu izleği sürükleyen mekanizmaların nasıl çalıştığını, insanlığı taşıyan temel itki ve ideolojilerin nereden kaynak aldığını yorumlamaya, kimi zaman da anlamaya çalışıyordum. Bazen bunları marjinal gençlik dergilerinde, “rock” ve “heavy-metal” dergilerinde, fanzin ve sitelerde yayınlıyordum. Olağandışı tepkiler alıyordum. Avangart gençlik bu kısa öykülere çok değer veriyor, ilgi gösteriyordu. Giderek yazmakta olduğum kıssaların bir sistematik dahilinde bütünleştirildiğinde sağlam bir uygarlık eleştirisi içeren çok farklı bir roman olabileceğini fark ettim. Bu romanın, bildiğimiz roman tekniklerinden çok farklı ögeler taşıması, çok farklı bir formda olması gerektiğine inanıyordum. O nedenle kendine bazı değerler vehmetmiş ve uçmuş bir kişiliğin kendi risalelerinden oluşan, yalvaçlık kitabını oluşturma çabasını romanın temel ekseni yaptım. Sonrası kendiliğinden geldi. Çünkü bu romanı yazarken kendim de duyumsadım ki insanlık tarihi zaten bu tür yalvaçların seyrüserüveninden oluşan bir serencam.

Elif Şahin Hamidi: Kahramanın bir keşiş olarak ortaya çıkması nasıl gerçekleşti? Romanın gidişatını ve kahramanlarınızı belirlerken arkaik kültürlerden, tarihten, dinler tarihinden de beslendiniz sanırım. Nasıl bir çalışma sürecinden geçtiniz?

Hikmet Temel Akarsu: Karanlık çağlarda geçen, anakronik bir kontekst içinde hikayemi kurmak istiyordum. Bundan gayem, romanım özelinde akılcı ve makul açıklamalar beklenmesi yerine, temel insanlık durumlarının tüm absürdlüğü ile serimlenmesiydi. O nedenle Gnostik Çağlar’la Medieval Çağ (Ortaçağ) arasında, bizim coğrafyamızda geçen bir hikaye anlatmaya koyuldum. Gnostik Çağ bildiğiniz gibi ilk Hristiyanların çağıdır. O devirde Hristiyanlık bugün bildiğimiz gibi değildi. Hangi yöne doğru evrileceği tam olarak belli değildi. Hatta bugünkü öğretiden çok farklı sayısız tarikat vardı. Benim kahramanım da buna benzer sayısız tarikatların herhangi birinin önderi gibi devreye girdi. Böylece karanlık çağlarda, insanlığın temel ve kaçınılmaz sorunsalları arasında, savaşların, kıtlıkların, hayatta kalma kavgasının, ideolojinin ve siyasal hercümercin tam ortasında buldu kendini. Bu, bir bakıma bugün de geçerliliğini sürdüren bir durumdur. İşte tüm bunları anlatmak ya da sizin ifade ettiğiniz gibi tarihten ve ideolojilerin aktığı izlekten esinlenmek bu meseleleri analiz etmek, sağlam bir uygarlık eleştirisi yapmak için çok elverişliydi.

Elif Şahin Hamidi: Hiçten gelmiş ve hiçe giden, gerçeğin ne olduğunu ve nerede olduğunu bulmak üzere yollara düşen, pek çok maceraya sürüklenen keşişin peşine düştüğü gerçeklikten bahseder misiniz? 

Hikmet Temel Akarsu: Nihilist’in kahramanı aslında insanlık tarihi boyunca birçok yalvacın yapmaya çabaladığı şeyi en donanımsız, en mesnetsiz ve en safiyane şekilde gerçekleştirmeye koyulmuş bir şahsiyet. Kahramanımızın naif biri olması bize temel meseleler üzerinde tartışmak için absürd ögeleri kullanma imkanı veriyor. Gerçekliğin peşinden giden kahramanımız gitgide uygarlık adını verdiğimiz “batak”a saplanırken sürekli dünyanın düzenine dair bir takım kirli gerçekleri, karanlık ilintileri ve hayatın acımasızlığını keşfeder. Bunları öğrendikçe afallar, afalladıkça sarsılır, perişan olur. Bir yandan yandaşları, taraftarları ve müritleri çoğalırken diğer taraftan yönetici sınıflar ve efendiler öğretisini ele geçirmek, devşirmek ve dünyayı yönetmekte kullanmak için harekete geçerler. Kuşkusuz sonunda ele de geçirirler ama artık kahramanımız dünyanın ne kadar korkunç bir yer olduğunu tümüyle kavramıştır. Kalbindeki duygular artık Nihilizm’den başka bir şey olamamaktadır.

Elif Şahin Hamidi: Kendini Reddedilmişlerin Risaleleri’ni yazmaya adamış olan keşiş, başından geçen maceralarını kutsal metinler gibi parşömenlere aktarmaya gayret ediyor. Bunu yaparken de insanoğlunun, bugünün dünyasının sorunsallarına göndermeler yapıyor. Sanırım kitabı okuyan herkes bu keşişte bir parça kendinden bir şeyler bulacaktır. Tutunamayanların hikayesi de diyebilir miyiz bu roman için?

Hikmet Temel Akarsu: Tutunamayanların hikayesi diyemeyiz. Çünkü bizim kahramanımız kimi zaman sağlam bir şekilde tutunuyor da. Özellikle öğretisi hakim sınıflar tarafından ele geçirilip devşirildiğinde rahata eriyor. Servet, şöhret ve satvete kavuşuyor. Ama işte o noktada, uygarlığın ifade ettiği dehşeti, yalanları ve acımasızlığı gördüğünde hayatı da, tüm değerlerini de, kendi öğretisini de ve hatta öğretisini tüm dünyaya yaymaya çalışan adanmış müritlerini de yadsıyor. Bütün değerlerini yitirdiğini anladığı an da kendi öz yıkımını kendi elleriyle icra ediyor. İşte o nedenle finaldeki hissiyatı tam anlamıyla nihilizm oluyor. Kıssadan hisse, romanın ana kaygısına geliyoruz bu sayede. Yani uygarlığımız öylesine korkunç yalanlarla dolu ve paradokslarımız öylesine büyüktür ki, yaşamı asgari düzeyde sorguladığımızda bile bir yalvaç olur çıkarız. Böylesi bir aykırılık sergilediğimizde de tüm sistem tarafından reddediliriz. Hayatta kalmaya çabaladığımız taktirde teslim alınırız. Teslim alındığımızda ise tüm değerlerimizi yitirdiğimizi fark ederiz. O noktadan sonra yaşamanın da anlamı kalmaz.

Elif Şahin Hamidi: “Parşömenlerin dili”nden bahseder misiniz biraz, neler söyler parşömenler ve esasında söylemek istediği nedir, kimler söyletir bunları? 

Hikmet Temel Akarsu: Romanda “parşömenlerin dili” alegorik dizgeler kurmak için kullandığım pek çok mecazdan biri. Kadim bilgi çoğu zaman parşömenlere yazılır bildiğiniz gibi. Bunlar olur olmadık zamanlarda, tuhaf mucizeler sonucunda sağda solda bulunur. Ve ansızın insanlığın tüm değer yargılarını değiştirecek bazı yeni bulgulara ulaşılır. Hep de ilginç zamanlara rastlar bu. Ben tüm bunların yönetici sınıfların ve efendilerin zavallı insancıkları kandırmak, yönetmek ve gütmek için kadim zamanlardan beri uyguladıkları mizansenlerden olduğunu ifade etmeye çalışıyorum söz konusu metaforlarla. İnsanlığın gerçek tarihinde de bunun böyle olduğunu kavramak için dikkatli bir gözlemci olmak yeterlidir.

Elif Şahin Hamidi: Yenilgi, vazgeçiş, boşunalık duyguları arasında gidip gelen keşiş “tarih siliciler”in arasına gittiğinde, hiç kimsenin hiçbir şeyi bilemeyeceği, aslında gerçeğin var olduğu ancak gerçekte olanı hiç kimsenin hiçbir zaman öğrenemeyeceği gerçeğiyle karşı karşıya kalıyor ve tarihin, gerçeğin itinayla yok edildiği koca bir feryatlar gayyası manasına geldiğini söylüyor. Hakikaten böyle bir tarih gerçeğiyle karşı karşıyayız. Bu sonsuza dek böyle mi tekerrür edecek dersiniz, yani hiçbir zaman gerçekler ortaya çıkmayacak mı?

Hikmet Temel Akarsu: Romanın en önemli iddialarından biri bu. Gnostik Çağ’ın karakteristiğine de pek uyuyor aslında. Gerçekten de insanlıkta, dinlediğimiz daima kazananların anlattığı tarihtir. Yani bu, şu anlama geliyor: Her kazanan, tüm tarihi baştan sona yeniden yazıyor, kazananların tüm günah ve kötülüklerini silip, her türlü kötülük ve melaneti kaybedenlere yıkıyor. Böylece her an tarih yeniden üretiliyor. Ve her seferinde üretilen tarih bir öncekini tahrif etmekle işe başlıyor. Yani özetle, tarih hiçbir zaman yazılmıyor, daima siliniyor. Hatta bu iş o kadar tutkulu yapılıyor ki tarihçiler de birbirlerini siliyorlar yolda.

Şimdi geçiyorum sorunuzun ikinci bölümüne. Evet, tarih, tarihçilere bırakılamayacak kadar önemli ve tehlikeli bir iştir. Bildiğimiz klasik tarihçilerin işvereni daima müesses nizamdır. Müesses nizam da onlara kendi duymak ve duyurmak istediklerini yazdırır. Bunun karşılığında tarihçileri para, kariyer ve şöhrete boğar. İnsanlık binlerce yıldır böyle yola devam eder. Olasılıkla bundan sonra da böyle devam edecek. Aksi türlüsü olursa, yani gerçek tüm çıplaklığıyla ortaya çıkarsa kimse buna tahammül edemez. Bugünkü uygarlıkta gerçekleri canınız istediği gibi görür, canınız istediği gibi anlatırsınız. Kimin sesi daha çok çıkıyorsa onun anlattıkları doğru olur. Yani yönetici sınıflar, para ve iktidarı elde bulunduranlar her gün yeni bir tarih retoriğiyle sahnededirler ve anlattıkları peri masallarından farksızdır. Söylenenlerin ortak özellikleri gerçeğin çok küçük bir bölümünü yansıtmalarıdır. Sakın bana bunca televizyon, internet, gazete, dergi, kitap vs. varken tarih nasıl yalan söyleyebilir hala diye sormayın. Bilakis, gelişme arttıkça yalanlar daha da inandırıcı olabiliyor. Ama haklı, ama haksız, aya inilip inilmediğinin bile hala tartışıldığı bir çağda yaşıyoruz unutmayın ki. Çok gülünç ama işte bizim gerçeğimiz bu. Öylesine bir dünya. Bu korkunç yanılsamanın tek bir çaresi olabilir. O da tarihi romancılardan edindiğimiz bilgi ve gözlemlerle kendi kendimize el yordamıyla kavramaya çalışmaktır. Bir kolaj gibi parça parça ve yeniden anlamaya çabalamaktır. O yüzden roman artık eskisinden de önemli bence. Çünkü iyi romancılar, iyi okurlara gerçeğin nerede olduğuna dair en kıymetli dataları verirler genelde.

Elif Şahin Hamidi: İnhitat adlı altıncı bölümde “Ademoğlunun düşüşü cenk meydanından daha vahim nerede olabilir?” diye soruyor Mesih ve savaşın insanoğlunun düştüğü en büyük zillet, en büyük felaket olduğunu dile getiriyor. Adeta bir film izler gibi bir savaş sahnesini okuyoruz bu satırlarda ve savaşın acımasızlığı bir kez daha ürpertiyor insanı. Yerküre ve insanoğlu var olduğu sürece bu savaşlar da sonsuza dek sürecek mi acaba?

Hikmet Temel Akarsu: Bunu bir sual olarak değil de hüzünlü bir şikâyet gibi algılıyorum. Evet, ne yazık ki insanoğlu bu kafada gittikçe tüm bu fenalıklar ve tragedya sürüp gidecek. Ama işte o noktada, nihilizm üzerine çokça düşünmüş önemli düşünürlerin diskurlarından medet umabiliriz. Örneğin Nietzsche, nihilizmin aşılması gereken bir şey olduğunu anlatıyor, insanın kendi vicdan ve etik dizgesini kurması gerektiğini söylüyordu. İşte yeni bir insan ortaya çıktığında belki de bu felaketlerle dolu acımasız dönemler ancak son bulacak. Yani kısacası ben hâlâ karanlık çağlarda yaşadığımızı düşünüyorum. Dünya Vandalizm’e teslim olmuş durumda ve haksızlık her yerde. Hiçbirimiz gerçekte ne olup bittiğini tam olarak bilemiyoruz. Bilebildiğimiz tek şey sürekli, birçok yerde birçok kötülüğün ve trajedinin sürüp gittiği ve bize gerçeğin tam tersinin gösterildiği.

Elif Şahin Hamidi: Hunlu bakire Madelaine, işkence ederek öldürülmek üzere Vandallar tarafından roman kahramanına sunuluyor. Bunu gerçekleştirirse kendi canının ve müridlerinin canının bağışlanacağı söyleniyor. Böylece hikâyeye ve Mesih’in hayatına bir kadın bulaşıyor. Kardinal Claudius’un Mesih’e sorduğu soruyu size soracak olursam “içine kadın bulaşmamış ya da bulaştırılmamış bir hikâye herhangi bir anlam taşır mı”, ille de bir kadın ve aşk olmalı mı her hikâyede?

Hikmet Temel Akarsu: Kadınların olmadığı bir hikâye kuşkusuz olabilir. Ama bu ilginç ve dinlemeye değer olabilir mi diye soracak olursanız, bence çok zor!

Elif Şahin Hamidi: Roman kahramanının yolu entrikanın, acımasızlığın başkenti Konstantilopolis’e kadar uzanıyor: Doğu Kilisesi ile Batı Kilisesi’nin çekişmelerine, teosofistlerin hükümranlığına, Mesih’in ruhbanların mahkemesine götürülüşüne tanık oluyoruz. Bugünkü dünya düzeninde de aynı şeyler cereyan ediyor. Dünyanın düzenini, insanlığın kaderini sonsuza dek sonsuza dek teosofistler, ruhbanlar mı tayin edecek acaba? 

Hikmet Temel Akarsu: Hayır, bu kadar basit değil. Teosofistler ve ruhbanlar tayin etmeyecek. Zaten tastamam onların tayin ettiği bir dönem hiç olmadı. Burada ilginç bir ayrıntı var. Yönetici sınıflar ve efendiler ile ruhban sınıfı tarih boyunca mükemmel anlaşmışlardır. Kimi zaman kavga etmiş, kimi zaman ters düşmüş, kimi zaman çekişmiş, ama şu veya bu şekilde hep beraber çalışmışlardır. Romanda yapılmak istenen bunun mufassallarına dair bir vizyon, bir anlayış, bir tahmin öne sürmek. Nasıl olabileceğini ve nasıl olabildiğini irdelemek, tartışmak. Tarihte genelde nasıl hüküm sürdüğüne dair fikirler oluşturarak uygarlığımızı tartışmak. 

Elif Şahin Hamidi: Yeterince öğrenmeden yazmanın, küçük adamken büyük adam pozuna girmek olduğunu kavrıyor romanın kahramanı ve “Öğrenmenin sonu yoksa ve de yazmak zorundaysan eğer bir ara başlayacaksın yazmaya” diyor. Bunu edebiyatla uğraşanlar, yazmak yolunda çaba sarf edenler için de yorumlarsak eğer neler tavsiye edersiniz yazmaya çalışan genç kuşağa? 

Hikmet Temel Akarsu: Genç kuşağa ya da edebiyata gönül vermiş gençlere öğüt vermek, diskur geçmek tercih ettiğim bir şey değil. Ama kendi adıma konuşacak olursam, mutlak bir erginleşme süreci olmadığını ve edebiyat yapmak için her şeyi öğrenmeyi beklemenin anlamsız olduğunu söyleyebilirim. Çünkü öğrenmenin sonu yok. Oysa yazı, sadece edebiyat yapmak için yazılmaz. Yazı aynı zamanda çok önemli bir düşünce tekniğidir. Yazarken birçok şeyi çok farklı düşünür, bazı kavramların derinliklerine inersiniz. Batı uygarlığının yükselişinin ardında yatan, yazıya olan ilgidir. Yazı insanı geliştirir, yetkinleştirir. En önemli eğitim sürecidir. Acı olan şu ki, bizdeki eğitim sisteminden geçen çocuklar, test çöze çöze bir hal oldukları için en basit kavramsal meselelerini bile ifade etmekte zorlanıyorlar. Yani düşünme yetileri dumura uğruyor. Şimdi düşündüğüm, bunun kasten mi kazaen mi yapıldığı? Yani çok acı, ama düşünemeyen bir insanlık herkesin daha fazla işine geliyor olabilir. Karanlık çağlar da böyleydi herhalde.

NOT: Bu söyleşi, Remzi Kitap Gazetesi Nisan 2010 sayısında yayımlanmıştır.

Önceki İçerikDerko 2020 için sanal gezinti
Sonraki İçerikBozkırın Ruhu – Anka Vakfı 2. Açıkhava Heykel Yarışması

Cevapla

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz